Londra'da büyük oynuyor: 'Gitmezsem geç kalacaktım'
Londra’da bir plak şirketi kuran ve üst üste başarılı işlere imza atan Sine Büyüka hayallerinin peşinden gitmeyi şöhrete tercih eden bir isim. Dünyanın en rekabetçi şehirlerinden birinde müzik piyasasına fırtına gibi dalan Büyüka ile bu başarısının ardındaki hikayeyi konuştuk.
Sine’yi 10 yıldan uzun bir süredir tanıyorum. Bir dönem aynı masada karşı karşıya oturarak çalıştık hatta. Sonra o önce alan değiştirip spora geçti ve ve tüm camianın tanıyıp sevdiği bir figüre dönüştü, ardından yurtdışına gidip asıl tutkusu8 olan müziğe yöneldi. O zamandan beri de mecburen uzaktan takip ediyorum Sine Büyüka’yı ve her başarısından gurur duyup ‘işte benim arkadaşım’ diyorum içimden. Londra’da kurduğu Injazero Records’ın İngiltere’de ses getiren plaklara imza atması ve peş peşe İngiliz basınında övgüyle bahsedilmesi üzerine dayanamadım ve uzaktan da olsa hasret gidermek için telefona sarıldım. Sonuç aşağıda…
İstanbul’da uzunca bir süre medyada çalıştın ve önce kültür sanat alanında, sonra sporda azımsanmayacak bir kariyer yaptın. NTV Spor’da ekran önünde bir hayli tanındın ve geniş bir hayran kitlen oldu… Sonra her şeyi bırakıp çekip gittin, İngiltere gibi bir yerde müzik sektörüne girdin. Burada kalıp kolay yoldan zirveye çıkmak dururken İngiltere’de çok zorlu bir işe kalkıştın… Öncelikle neden ve sonra tabii orada süreç nasıl yürüdü? Bir eğitim de aldın yanılmıyorsam orada, değil mi?
Bu insanın kişisel tercihleri, hayattan beklentileri ve hayalleriyle bağlantılı. Basketbolu ve çalışma arkadaşlarımı çok sevdiğim için NTV Spor’da çok keyifle çalıştım ama göz önünde olmak herkesi mutlu eden bir şey değil; bunu deneyimledikçe anlıyorsunuz. Hayattaki en büyük tutkum, beni besleyen şey her zaman müzik oldu. Gece-Gündüz programı, Billboard dergisi, Radyo Eksen gibi mecralarda muhabir ve radyocu olarak mümkün mertebe müziğin içerisinde yer almaya çalıştım. Türkiye’ye gelen sanatçılarla tanışıp ilham aldıkça, yaşım da ilerledikçe bu karar içimde netleşti çünkü eğer artık o noktada Londra’ya gidemezsem, hayallerimin peşinden gitmek için geç kalabilirim gibi geldi. Bu vesileyle 2012 yılında King’s College’da Kültürel ve Kreatif Endüstriler yüksek lisansına başladım. Üniversitede kredi için staj yapmamız gerekiyordu, sevdiğim plak şirketlerine email üzerinden staj başvurusunda bulundum. FatCat/130701 geri döndü ve bir sene orada çalıştım. Sonrasında da edindiğim tecrübeyle kendi plak şirketimi kurdum. Tüm bunlar olurken prodüksiyon da öğrenmeye başladım. Korona öncesinde Point Blank’te Müzik Prodüksiyonu ve Ses Mühendisliği kursuna gittim. Okul ortamından ve işimin farklı alanlarında kendimi geliştirmekten o kadar keyif aldım ki, yeniden yüksek lisans yapmaya karar verdim. Şu anda ne mutlu ki dünyanın en iyi konservatuarlarından biri olan Guildhall’da Elektronik Müzik yüksek lisansı yapıyorum.
GUARDIAN'IN EN İYİLERİ ARASINDA
Son zamanlarda yapımcı olarak müzik sektöründe önemli başarılara imza atıyorsun. Injazero Records adında bir plak şirketi kurdun… Ses getiren kayıtlarınız var. Guardian gibi çok önemli bir basın organı sizin albümlerinizi iki ay üst üste ‘ayın albümü’ seçti, değil mi?
Londra gibi kültür merkezi olan bir yerde aradan sıyrılmak, dikkat çekmek kolay değil ama yavaş yavaş bunu başarıyoruz, bir eşiği aştık diye düşünüyorum. Şirket kurulduğundan bu yana The Wire, Clash, Independent, Mojo, Uncut, DJ Mag, Vice, The Quietus, Electronic Sound, BBC gibi mecralardan çok güzel geri dönüşler aldık. Ama Guardian’da son iki ay üst üste ayın albümünün Injazero etiketli olması tabi ki bambaşka bir mutluluk. Injazero’nun ve her bir sanatçının emeklerinin karşılığında sektörün önemli mecralarında yer alması hepimiz için önemli bir motivasyon ve heyecan. Ekim ayında ayın albümü seçilen “Volutes”, Ondes Martenot gibi zorlu ve özel bir enstrümanın uzmanı olan Christine Ott’un projesi Snowdrops’a ait. Kasım ayınınki de iki senesini barok müzik kurallarından modüler synth’ler için algoritma yaratıp üzerine dönemin enstrümanlarıyla emprovizasyon yapan Heinali’nin.
Injazero records’ın çizgisinden bahsedebilir misin biraz? Ne tarz sanatçılarla çalışıyorsunuz ya da ne tür müzikler sizin kapsamınıza giriyor?
Injazero ağırlıklı olarak deneysel sanatçıların işlerini yayınlayan bir şirket. Genel hatlarıyla elektronik, avant-garde, ambient, neo-klasik işler var kataloğumuzda. Dünyanın dört bir yanından sanatçılarımız var, Kenya, Kanada, Amerika, Meksika, Ukrayna, İngiltere, İtalya, Japonya…Injazero’nun önemli özelliklerinden biri de sanatçıların çoğunluğunun ilk albümlerini bizim yayınlamış olmamız ve bir aile gibi beraber büyüyor oluşumuz. Ne şanslıyım ki çok güzel insanlarla çalışıyorum. Profesyonel hayatta belki dostluk aramak naiflik olabilir ama sanatçılarımızla gerçekten çok güzel bir arkadaşlık ilişkimiz de var ki Londra’da pek bunu yakalayabileceğimi sanmıyordum. Sanatçıların çoğu birbiriyle dost oldu, beraber işler yapıyorlar, özel hayatlarında görüşüyorlar, biri yeni bir şey yaptığında diğerleri onu destekliyor, işlerini paylaşıyor. Plak şirketi altında böyle bir kolektif yaratabilmek işin en değerli taraflarından biri.
'DOĞRU BAĞLANTI EMEK İSTER'
İngiltere’de özellikle bu alanda rekabet ne düzeyde? Ve sen bir Türk olarak bu konuda ne gibi zorluklarla karşılaştın? Ya da aksine dışarıdan gelen biri olmak sana bir avantaj mı sağladı?
İngiltere’de yüzlerce plak şirketi, birbirinden yetenekli sayısız müzisyen var. Tabii ki aradan sıyrılmak, dikkat çekmek, hayran kitlenizi oluşturmak kolay değil. Bazen bazı insanlar parasını veririm işi yaptırırım gibi bir yanılgıya kapılıyor. Veya tam tersi, ‘imkanımız kısıtlı, bir şey yapamayız’ diye düşünebiliyorlar. O noktada en belirleyici olan şey işin kalitesi ve doğru proje için doğru ekiple eşleşebilmek. Bizim senelerdir birlikte çalıştığımız PR şirketi, geçen sene bir sanatçımız için “kusura bakmayın bu albüm tarz olarak bize uygun değil” deyip beraber çalışma isteğimizi geri çevirdi. Bunun yanında müziğine çok inandığı için ve sanatçıyı desteklemek istediği için fiyatını yarıya indiren PR şirketi, ücretsiz radyo servisi veren çok önemli şirketler de oldu.
Açıkçası iş dünyasında Türk olduğum için yüzüme karşı yapılmış bir ayrımcılığa maruz kalmadım ama tabii ki şu var, Londra’ya taşındığımda hiç kimseyi tanımıyordum. Halbuki İstanbul’da küçük bir camiayız, birbirimizi bizzat olmasa bile ismen tanıyoruz, kime nasıl ulaşırız biliyoruz. Okul arkadaşlarımız, çalışma arkadaşlarımız, bağlantılarımız var. Bu açıdan tabii ki yabancı olmanın, yeni bir şehre gitmenin zorluklarını yaşadım. Sıfırdan başlamak büyük dezavantaj, büyük bir mücadele… Yolun en başındayken anlaşmak istediğiniz sanatçılar, çalışmak istediğiniz şirketler sizi tanımıyor, işinizi, vizyonunuzu bilmiyor. Kendinizi bu noktada doğru ifade etmek, doğru insanlarla güzel bağlantılar kurmak büyük önem taşıyor. Bu da ciddi zaman ve emek isteyen bir süreç.
Türkiye’den isimler var mı çalıştığın, ya da çalışmayı düşündüğün, istediğin?
Olmaz olur mu, çok! Şirketi kuruluşundan beri hep Istanbul ve Londra menşeli olarak lanse ettik. Benim için bu çok önemliydi. Kürasyonunu aynı zamanda çok yetenekli bir fotoğrafçı ve müzik tutkunu olan arkadaşım Özge Cöne’yle yaptığımız bir toplama albüm çalışması var. Bizi çok heyecanlandıran bu projede Türkiye’de çok güzel deneysel işler yapan vizyoner isimlere yer vermek istiyoruz…Maalesef tam çalışmasına başlarken Korona patladı, projeyi durdurmak zorunda kaldık ama yakında tekrar hayata geçirme hedefindeyiz. Bunun yanında Türkiye’den üç sanatçıyla daha sözlü olarak anlaşmış durumdayım albümlerini yayınlamak için ve hepsi için çok heyecanlıyım. Şirketin misyonlarından biri farklı coğrafyalardan seslere yer vermek. Durum böyleyken doğup büyüdüğüm coğrafyanın çalışmalarına yer vermemek tabi ki olmazdı. Her zaman takipteydim, sadece doğru zamanı ve doğru eşleşmeyi bekliyordum.
Bir yandan müzisyen kimliğinle de kendine bir yer edindin. En son Universal Music işbirliğiyle yayımlanan 100%Her Electronica başlıklı bir plakta yer aldın örneğin. Nedir tam olarak 100% Her Electronica?
Geçtiğimiz sene Universal Müzik İngiltere, She Said So işbirliğiyle bir proje başlattı. She Said So, Londra merkezli ama dünyanın pek çok şehrinde de kolları bulunan, müzik endüstrisinden kadın ve non-binary üyeleri olan bir oluşum. Projenin amacı elektronik müzik sektöründe kadın sayısının azlığına dikkat çekmek ve Dünya Kadınlar Günü’nde sadece kadın prodüktörlerden oluşan bir albüm yayınlamaktı. Bunun için bir çağrıda bulundular ve dünyanın pek çok yerinden 500’e yakın şarkı başvurusu aldılar. Ben de 2015 yılında yaptığım Fall adındaki şarkıyla başvurdum ve ertesi gün şarkıyı albüme almak istediklerini söyleyerek geri döndüler. Bu vesileyle Fall da 100% Her albümünün ilk edisyonunda yer almış oldu ve Universal Production Music kataloğunda aynı zamanda. Prodüktör olarak yarattığım ilk çalışmalarımdan biriydi Fall. Bu uzun bir yol, daha çok vakit ayırabilmek ve kendi prodüksiyonlarımı ilerletmek en büyük hedeflerimden biri.
Müziğe Vilette adıyla başlamıştın, hala bu isimle mi devam ediyorsun, yan projeler var mı?
Evet yine Villette’i kullanıyorum ama ileride kendi ismime dönebilirim. Villette kimliği ile çok yakında yeni bir albüm yayınlayacağım. Albümün mix’ini Thom Yorke, Max Richter, Florence + the Machine, PJ Harvey gibi isimlere mühendislik yapmış olan Tom Bailey yapıyor şu anda. Bunun yanında daha önceden Damian Lazarus’un grubunda yer alan Ben Chetwood isminde bir müzisyen ve prodüktör arkadaşımla bir yan projem daha var, ki o biraz daha dans müzik odaklı.
İSTANBUL'DA GEÇEN GÜZEL GÜNLER...
Seninle NTV zamanında birçok festival takip ettik, konserlere gittik, haberler söyleşiler yaptık, dünyanın ünlü müzisyenleriyle, sinemacılarıyla vs.. Sahne arkalarında az fink atmadık..:)) Özlüyor musun o günleri? Neler geliyor aklına düşününce o zamanları?
NTV Gece-Gündüz’de çalıştığım sene hayatımın en güzel senesiydi. O kadar güzel geçmiş, o kadar eğlenmişim, o kadar çok şey öğrenmişim ki. Tabii gençlik de var! Üniversiteden yeni mezun olmuşum, bazı mekanları hayatımda ilk defa görüyorum, kulislere girip çıkıyoruz, hayranı olduğum sanatçılarla tanışıyorum. O noktada sana da ayrı bir teşekkür etmem lazım, seninle omuz omuza çalışmak, tecrübelerinden faydalanmak büyük bir şanstı, bana çok şey kattı. Bazen soruyorlar ekranı özlüyor musun diye, inan sıfır ama Gece-Gündüz günleri burnumda tütüyor. 2007 senesi de İstanbul’un kültür-sanat hayatı için en güzel zamanlardan biriymiş. İyi ki o seneyi yaşamışım, o güzel ekiple çalışmışım, o heyecanları yaşamışız, hep şükrederim bunun için.
Nasıl geçiyor Londra’da günler? Özellikle de bu pandemi sonrası, hayatını biraz tarif etmeni istesem?
Londra da dünyanın diğer şehirleri gibi çok tatsız. Şu anda bütün ülke karantinada. Kültür-sanat sektörü çok zor durumda, binlerce insan işsiz kaldı, sanatçılar, mekanlar hükümetten yeterli desteği bulamıyorlar. Tabi ki bu negatiflik hepimizi çok etkiliyor. Bir ekosistemin içindeyiz ve hepimiz birimiz için durumu geçerli. Plak şirketinin işleri yoğun, günün büyük kısmını evde bilgisayar başında çalışarak geçiriyorum. Onun dışında okul da çok yoğun, dersler zoom üzerinde devam ediyor. İşten kalan her vaktimi ödev yaparak geçiriyorum. Neyse ki yakın zamanda park kenarına taşındım, çıkıp yeşillik içinde yürüyüş yapabilmek şu anda en büyük huzurum.
FOTOĞRAFLAR: ÖZGE CÖNE
En Çok Okunan Haberler
- Korgeneral Pekin'den çarpıcı yorum
- Köfteci Yusuf'tan gıda skandalı sonrası yeni hamle
- Petlas Yönetim Kurulu Üyesi Özcan, uçakta olay çıkardı
- İBB'den 'Pınar Aydınlar' açıklaması: Tasvip etmiyoruz
- Komutanları olumsuz görüş vermedi, görevlerinden oldu
- '100 yılda bir görülebilecek akımın başlangıcındayız'
- Restoranlarda 'harcama limiti' uygulaması başladı
- Milletvekilleri Genel Kurulu terk etti!
- Erdoğan'dan Suriyeliler açıklaması
- 'Bıyık altından gülüyorsunuz'