Matrak hisseler kumpanyası!

Haşırt Dı Bilekbord ve Ke$ On Dı Teybıl! Usta tiyatro oyuncusu Zafer Algöz’ün kitaplarının isimleri bunlar. Ne anlama mı geliyorlar? Hayli matrak ve gerçek öyküleri var arka planında. Hepsini Zafer Algöz ile yaptığımız bu kapsamlı söyleşide bulacaksınız ama öncesinde biraz ön bilgi verelim: Her iki kitap da Türk tiyatro ve sinemasının ustalarına ilişkin hem kendi anılarından hem de işittiklerinden oluşan bir anılar silsilesi niteliğinde.

Matrak hisseler kumpanyası!
Abone Ol google-news
Yayınlanma: 13.07.2020 - 14:22

İyi bir oyuncu olduğu kadar iyi bir hikâye anlatıcısı da Zafer Algöz. Yıllarca arkadaş ortamlarında anlattığı hepsi gerçek bu hikâyeleri okurlarla paylaşması da çok yerinde bir karar olmuş zira büyük ilgi görmüş okurlardan.

Her biri kıssadan çoğu gülümseten inanılmaz matrak hisseler… Bu ustaların büyük bölümüyle omuz omuza bir kariyerin iz sürümü… Her biri bir okul; hayatın içinden, fırtınanın gözünden, sahnenin tozundan, setlerin tatlı telaşından demli…

Hepsi onda iz bırakmış, oyunculuğuna işlemiş olaylar ve kariyerine damga vurmuş büyük oyuncular. Zafer Algöz’ün kaleminden bu kıssadan matrak hisseler kumpanyasına herkes davetli. 

- Haşırt Dı Bilekbord ve Ke$ On Dı Table, yol arkadaşlığı etme olanağına sahip olduğunuz efsane sanatçılara ilişkin anılar, anılarınızdan mürekkep kitaplar. İnanılmaz matrak ve hayatın içinden, doğal, sürprizli, kimi zır neşe kimi kara baht kör talih misali memleketimden insan manzaraları ve vay bizim canım sanatçılarımızın başına gelen türlü olaylar…

Yaklaşık 15 yaşımdan bu yana hep oyunculuk yaptım. İşim oyunculuk. Bu uzun yıllar içerisinde oyunculuk dünyamda çok enteresan ve çok kıymetli insanlarla tanışmak, çalışmak, dost olmak, sohbet etmek imkânına sahip oldum. Bir mıknatıs gibi hep çektiler beni. Çocukluğumdan, ortaokul, lise, üniversite yıllarımdan ve sanat yaşamım boyunca şu ana kadar çoğu bizzat tanıştığım insanlar hakkında yazdım. Kendi anılarımın yanı sıra bana anlatılmış bu hikâyeler yaşanmış, gerçek insan hikâyeleri. 

- Sıra dışı insanlar hepsi de…

- Kesinlikle standart tiplemelerle ilgileri yok. Oldukları gibi yazdım o kadar ki çoğu var azı yok! Yaşamımda yer alan, küçük gibi görünen ama kendi dünyaları içinde çok renkli olan insanlara da yer verdim. Öyle muhteşem insanlar, hayatlar yani bırakın yazmayı yaşamamış ve duymamış olsam çoğunu hayal edemezdim yani. Kariyerimde gerek yer aldığım projeler gerek kişisel dostluklarım sırasında tanık olduklarımı yazarken bir kere daha fark ettim ki sürprizli, renkli bir hayat yaşadım, yaşıyorum. Sağlığımız da çok şükür yerinde. Yani daha ne isterim. Genç arkadaşlar bana sorduğu zaman hep bunu söylerim insanın hayatta sahip olacağı en önemli şey önce sağlık sonra da istediği mesleği yapabilmek.

‘BAŞIMA GELENLER ACAYİPTİR!’

- Yazdığınız sanatçılardan aşağı kalır bir yanı yok sizin anılarınızın da! Kimi anılarınız hani hangi senarist bu denli gerçekçi nasıl yazsın, hangi yönetmen bu denli gerçekçi nasıl oynatsın dedirtiyor adeta. Birkaçını anımsatır mısınız henüz okumamış olanlara?

- Başıma gelenlerin bazıları resmen acayiptir! Bursa’da Erkan Can ile bir garibanın tabutunu omuzlayıp gömmüştük meselâ, daha doğrusu zorunda kaldık, tabutu bir omuzladık diğerleri tüydü. Kaçamayan diğer iki kişiyle birlikte gittik mezarlığa. Bir çekimde atın üzerinden uçup çamura saplanmıştım çizgi filmlerdeki gibi. Kemal (Sunal) abiyle oynadığımız televizyon dizisi Saygılar Bizden’in setinde zengin, tiyatro heveslisi, araba verme rüşveti karşılığında oyunculuk yapan biri olduğum rivayeti nedeniyle kafaya aldıkları Orhan Çağman hocamızın triplerine maruz kalmış resmen epey süre veto yemiştim. 12 Eylül döneminde üç kafadar sokağa çıkma yasağı nedeniyle kodese atılmıştık. Roman mahallesinde çekimdeyken başımıza gelenleri anlat anlat bitmez, ne aksiyonlar yaşadık…

‘EROL TAŞ’TAN KULAĞIMIZA KÜPE!’

- Çok güzel insanlarla bir aradasınız. Sanat dünyası kavgalar gürültülerle de anılır oluyor sıklıkla ama kitaplarınızda okuduklarımıza göre sizin sanat yaşamınızda gerginlikler bile kısa süreli ve matrak!

- Yıllar önce TRT, Osmancık diye bir dizi çekiyordu. Rahmetli Baykal Saran Ertuğrul Gazi’yi oynuyordu. Bursa’ya gelmişlerdi biz de staj yapıyorduk. Baykal abi beni Erol Taş’la tanıştırdı. Onu hiç unutmuyorum, epey sohbet etmiştik. Baykal abi beni tanıştırırken “Bak bu da çok genç bir kardeşimiz, ileride inşallah çok iyi bir oyuncu olacak” deyince Erol abi, “Haa ailemizin namusunu kurtaracak biri daha yetişiyor desene” dedi. Ben de önce bunu anlamadım, güldüm falan. Erol abi de bana şunları söylemişti: “Evladım ben cahil bir insanım ama en azından şunu iyi bilirim: Benim için sanat yapan herkes benim kendi ailemdendir. Bir ressamın sergisi başarısızlıkla sonuçlanmışsa ona hep birlikte destek olmamız lazım. Bir sanatçının konseri boş geçmişse onunla birlikte üzülmemiz ve ona destek vermemiz lazım. Bir sanatçımız başarılı olmuşsa işte ondan gurur duymamız, ona sahip çıkmamız lazım.” Herkesin kulağına küpedir!

‘YAZMAK RÖNTGEN ÇEKMEK GİBİ’

- Nasıl karar verdiniz yazmaya?

Yazmayı biraz da başka bir gözle bakıp röntgenini çekmek olarak düşünüyorum. Yazdığım bu hikâyeleri arkadaş, eş dost ortamlarında yıllar içinde bana hep anlattırırlardı. Bazılarını meselâ on yedi kere dinledikleri halde yine de anlatmam için ısrar ederlerdi. Ben de bunun üzerine kaleme almaya, okurlarla da paylaşmaya karar verdim. Aslında yazmak konusunda çok tembel bir insanım. Okumaya ise çok meraklıyım. Yıllar önce Beşiktaş’la ilgili Haber 1903’te böylesi yazılar yazıyordum. Sonra oradan Candaş Tolga Işık yazılarımı okumuş, beni aradı. Kafa Dergisi diye bir dergi çıkaracağını, orada Ataol Behramoğlu gibi çok kıymetli yazarların olacağını söyledi. Böyle deyince biraz ürktüm çünkü benim işim yazarlık değil. Candaş da bana bunun aylık bir dergi olacağını ve istediğim konuda istediğim şekilde yazabileceğimi söyledi. Özellikle dost ortamlarında anlatmış olduğum hikâyeleri yazsam okurların da bu eğlenceli hikâyelerden haberi olacağını ve ilgi göstereceğini söyleyerek yüreklendirdi. Sonra yakın dostum, arkadaşım Can Yılmaz bir kitap çıkardı. Onlar da “Abi sen de bunları yazmalısın, yazmalısın” diyerek yüreklendirdiler. Ben de bunun üzerine ilk olarak Haşırt Dı Bilekbord’u yazdım. Şu ana kadar 19 baskı yaptı. İkinci kitabım Keş On Dı Teybıl da 7 baskı yaptı. Okur çok sevdi.

‘ÜÇÜNCÜ KİTAP ÇOKTAN HAZIRDI!’

- Kitaplar devamını da bekletiyor hani. Üçüncü kitap da olacak sanırım.

- Olacak. Hatta üçüncü kitabımı yazmıştım, her şeyiyle hazırdı da. Derken bu korona süreci başladı ve hayat durdu. Ben de korona süreci bittikten sonra bu yaşadığımız üç aylık karantina döneminden hiç bahsetmeden böyle bir kitap yazmak doğru olmaz, hiç olmazsa kitaba bununla ilgili bir ön yazı yazayım diye düşündüm. O yazıyı da bitirdim ve önümüzdeki hafta İnkılap Kitabevi’ne vereceğim. Üçüncü kitabımı zannediyorum sonbaharda çıkaracağız. 

Bu kitapta ilk iki kitapta anlatmış olduğum, insanların artık aşina olduğu bazı karakterlerin başka yönlerini yazacağım. Yanı sıra yeni karakterler de yer alacak. Yani böyle artık mitomanlıkta zirveye çıkmış mesela palavra atmakta üstüne olmayan Ünal abim gibi çok renkli tipler de yer alıyor. Onlardan oluşan üçüncü bir kitabı yazmak boynumun borcuydu diye de düşündüm. 

İnsanlar meselâ boş zamanında ne yaparsın dediğimizde çok kişi kitap okuduğunu söyler. Halbuki o kadar çok boş zamanımız var ki yani bir yerde beklerken bile okuyan toplumların olduğu ülkeleri görüyorum. Yıllar önce Romanya’ya gitmiştik, bizi bir tiyatro gösterisine davet etmiştiler. 150-160 bin nüfusu olan bir kasabaydı. İnanın okumayan insan görmedim. Biz öyle değiliz maalesef çünkü bizim genlerimizde bir kere muhabbetçilik var. Sohbet etmeyi seviyoruz, dünyalar konuşulur o sohbetlerde ama bir yazım tembelliği içinde yazıya dökülmez. Matbaanın geç gelmesinden tabii başlıyor kaç yüzyıllık bir boşluk var aramızda. Teknoloji de bugün insanları e-kitaba yönlendiriyor belki ama ne kadar nitelikli okur yaratıyor tartışılır. Bir kitabı almak, bir kitaba sahip olmak, o kitaba evinde bir yer yapmak bambaşka bir duygu. 

‘AİLEM HEP OKUMAYA VE TİYATROYA YÖNLENDİRDİ’

- Kitapların çocukluğunuzdan bu yana hayatınızda hep yer aldığını da öğreniyoruz kitaplarınızın otobiyografik anlarında satır aralarından.

- Öyle. Çocukluğumdan itibaren ailemden okumaya ve tiyatro oyunculuğuna karşı hep destek gördüm. Ortaokuldan itibaren tiyatro oyuncusu olmamı istediler, beni ona yönlendirdiler demek ki bendeki oyunculuk yeteneğini görmüşler. Çocukluğumda insanların çizgi romanları kovaladığı, Tommiks Teksasları kapış kapış okuduğu dönemde anne babam bu Tommiks ve Teksasların bana hayatta hiçbir şey kazandırmayacağını, okumam gereken kitapların Türk ve dünya klasikleri olduğunu söyleyerek ufkumu çizdiler. Her yaşımda o yaşa uygun klasikleri okuyarak büyüdüm. Mesela babamın beni okumaya daha da yönlendirmek için aldığı en unutamadığım kitaplardan biri Molnâr’ın Pal Sokağı Çocukları’ydı. İçimde hepsi birer birer yer etmiştir. Oyunculuğumda da faydasını hep görmüşümdür. Özellikle romanların oyunculuğu geliştirmede müthiş etkisi olduğunu düşünüyorum. Çünkü romanlarda yazarken bütün atmosferi bir rejisör gibi romanın yazarı size anlatır. Verdiği tüm ayrıntılarla hayal gücünüzü hareket geçirir.

‘BELLİ KALIPLARIN OYUNCUSU OLMADIM’

- Oyunculukta benimsediğiniz yöntemi anlatır mısınız? Metot oyunculuğunu yorumlayışınızı… Size binbir surat dense yeri. Bu kadar çok farklı karakteri başarıyla canlandırabilmek için sadece yeteneğin yetmeyeceği açık, deneyim 7-24 yaşamdan süzülüyor bir yerde… 

- Kesinlikle. İşimiz bu, bize gözlem yapalım ve kalkıp kanıyla canıyla bir insan olarak canlandıralım diye eğitim verdiler. Ankara Devlet Konservatuvarı’nda klasik Stanislavski yöntemleriyle tiyatro eğitimi aldık. Sonrasında işte fütursuz oyunculuk, Eric Fromm metotları gibi türlü türlü oyunculuk metotları çıktı. Ama ben yine de baktım ki işin özü insanın kendisine dayanıyor her ne ararsan kendinde buluyorsun. Yerli yabancı tüm iyi oyunculuklara dikkat ederim. Benim için oyunculuk dünyasının, sinema dünyasının zirvedeki en büyük ismi Charlie Chaplin’dir. Robin Williams’a da ayrıca bayılırdım. O da birçok filmde çok farklı farklı karakterleri canlandırmayı başarmış, hamur gibi şekilden şekle girebilmiş bir oyuncuydu. Belli kalıpların oyuncusu değildi. Ben de elimden geldiği kadar hep öyle olmaya çalıştım.

‘YEREL ŞİVELER KONUSUNDA İYİYİM ÇÜNKÜ’

- Yerel şiveleri de çok başarılı dillendiriyorsunuz…

- Teşekkür ederim. Yerel şiveleri oyunculuğa gerçekçi biçimde yansıtmak sanıldığından çok daha zorludur. Bu konuda iyiyim çünkü devlet memuru bir babanın evladı olarak babamın görevi münasebetiyle Kars’ta dünyaya geldim, ilkokulu Trabzon’da, ortaokul ve liseyi Bursa’da, Konservatuvarı Ankara’da okudum. Devlet Tiyatroları sayesinde iki defa Türkiye’nin her yerine gittim, turne yaptım. Dolayısıyla çok farklı kültürlerden, bölgelerden insanlarla tanışmak, kaynaşmak, arkadaş olmak fırsatım oldu. Doğrudan kaynağa gittim yani. Onlarla birlikte herhangi bir mecliste oturduğum zaman konuşmalarını, şivelerini dikkatli takip ederim ama tabii bu yetmez. Salkım Hanımın Taneleri’nde Niğde’den İstanbul’a gelen bir adamı oynuyordum. Türkiye’de birçok şiveyi biliyorum ama Niğde şivesini hiç bilmediğim için İstanbul’da Niğdelilerin gittiği bir kahve varmış, orayı bulmuştum. Orada özünden Niğdeli dört kişiyle oturup, elime de senaryoyu alıp onlara “Ben böyle bir adamı oynayacağım. Bu adam bu sözleri nasıl söyler? Sizin yöredeki insanlar bu sözleri nasıl telaffuz eder, nasıl konuşurlar?” diye sormuştum. Birlikte saatlerce çalışmıştık sonrasında üzerine tekrarlar yaparak hazırlanmıştım.

- Mesela Karadeniz şivesiyle oynamaya çalışan kimi oyuncuların önce doğal gidip sonra aksamaya başladığını görüyoruz sık sık. Tıpkı haber spikerlerinin aksama anları gibi rahatsız edici geliyor izleyene.

- Tabii, rahatsız edici geliyor çünkü orada devamlılığın olması lazım. Bir şive danışmanı tutuyorsunuz, o şive danışmanı ortalama bir hafta oyuncuyla çalışıyor sonra işi takip etmeyip gönderiyorsunuz. Oysa o şive danışmanının çekimler sırasında yanınızda olması, monitörün başında olup müdahale etmesi lazım. Bizde ise kalıplar var; Karadenizliyi oynuyorsa ikide bir “Uyy da” desin, Doğuluyu oynuyorsa arada bir “Hele babo!” de devam et kafası… Öyle olunca da yarım yamalak kalıyor tabii. Emanet kostüm oluyor. Bir şeyi ya doğru dürüst yapacaksın ya da hiç denemeyeceksin.

‘DEVLET, ÖZEL TİYATROLARIN VERGİ YÜKÜNÜ HAFİFLETMELİ’

- Bir tiyatro oyuncusu olarak elbette pek çok turneye katıldınız. Ülkemizde turnelerin maddi manevi boyutlarına ilişkin neler söylersiniz? 

- Özel tiyatroların turne yapabilmesi için biraz daha cesur olması lazım. Özel tiyatrolarda genelde şöyle düşünülür; işte İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük kentlerde hiç olmazsa oynayalım çünkü oralardaki seyirciler kültürel olaylara meralıdır, gelirler. Maddi anlamda özel tiyatroları çok zorlayan dinamikler de söz konusu tabii; vergisi, KDV’si gibi… O anlamda devletin özel tiyatroların bu vergi yükünü hafifletmesi lazım. Çünkü tiyatro yapmak hele canlı performans, turne yap bir yere git, oraya yerleş, dekorunu götür, kostümünü giy, oyunu oyna tekrar yola çık bunlar çok zor işler. Bu nedenle de Türkiye’de bu işi layığıyla yapan bir tane kurum var o da Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü. Devlet Tiyatrolarının Türkiye’de 14-15 tane yerleşik tiyatrosu var ve yurdun tamamına tiyatro götürebilen bir kurum. Meselâ Gaziantep Devlet Tiyatrosu o anlamda en şanslısı çünkü Gaziantep Devlet Tiyatrosu’nun muhteşem bir tiyatro binası var ama yerleşik bir kadrosu yok. O nedenle orayı turne yoluyla devam ettiriyorlar. Böyle olduğu için de Gaziantepliler, Devlet Tiyatrosu’nun bütün oyunlarını bir sezon içinde sırayla seyrediyor. Bilet ücretleri de Türkiye’de düşük gelirli insanların da gelip kültür ve sanat faaliyeti izleyebilsin diye makul seviyede tutulmuş. Turne yapmak çok da güzeldir, ben çok severim.

‘SAĞLIK EMEKÇİLERİNİN ALNINDAN ÖPERİM’

- Koronavirüs nedeniyle başta tiyatrolar olmak üzere kültür ve sanat faaliyetlerini neler bekliyor sizce, normalleşme adımlarına ilişkin düşünceleriniz?

- Sonbahardan itibaren artık bu canlı performanslar, tiyatrolar, konserler yavaş yavaş hayata geçecek diye düşünüyorum. Bir taraftan ikinci dalga gelebilir deniliyor umarım olmaz ama olursa hayat yine mecbur duracak tabii. Hayatlarını kaybeden hocalarımız, sağlık emekçisi kardeşlerimiz oldu maalesef. Yine de ülkemizdeki tablo Avrupa’daki gibi korkunç bir düzeyde seyretmedi şükür ki. Türkiye’deki tüm sağlık çalışanlarını alnından öpüyorum, hepsine helâl olsun. Kendilerini riske atıp, aylarca evine barkına gitmeden, asker gibi emek verdiler, veriyorlar. Bundan sonrası daha güzel olsun diye ümit ediyorum ve olacaksa da bu önce sağlık emekçilerinin sayesinde olacak.

‘CAN YILMAZ İLE YENİKAPI’DAKİ GÖSTERİMİZ BİR İLKTİ’

- En son hangi turneye çıktınız?

- En son Denizli’ye, Vahşet Tanrısı oyunuyla gitmiştik. Bu yakın zamanda da Can Yılmaz ile birlikte iki kişilik oyunumuz Burada Olan Burada Kalır’la; Hatay, Gaziantep, İzmir, Ankara başta pek çok yere gittik ve en son da 21 Şubat’ta Nürnberg’de oynadık. Çok ilgi gördü ve yine devam edeceğiz.

- Yenikapı İstanbul Açıkhava Gösteri Merkezi'ndeki “Part Et Seyret” adlı, açılışında iki kişilik bir gösteriyle yer aldığınız gösteriniz de büyük ilgi gördü. Koronavirüs döneminde böylesi etkinliklerin geleceğini nasıl görüyorsunuz?

- Tabii, insanların otomobillerle gelip izleyebildikleri sosyal mesafe kuralına uygun etkinliklere emsal bir etkinlikti. Biz de ilk kez tecrübe ettik. Büyük ilgi gördü. Dünya artık çare aramaya başlıyor yani sosyal aktiviteler nasıl olacak sanırım böyle böyle normalleşmeye gidilecek koronavirüs kontrol altına alınır ve elbette en kısa sürede yok edilirse. O zamana dek böylesi organizasyonlar dönemi başlıyor. Tabii canlı performansın seyircili olması lazım, mesafeli seyirci kavramı olursa bu canlı performansı etkiler. Şimdi 600 kişilik tıklım tıklım dolu bir tiyatro salonunda oynamanın vermiş olduğu zevk, motivasyon başkadır, 600 kişilik bir tiyatro salonunda birbirlerine üçer metre aralıklarla seyrek oturmuş insanlara oynamak başka bir duygudur. O atmosferi birlikte yaşamaktır önemli olan. Tiyatro seyircisiz zaten mümkün değil!

‘İNSANLAR ARABALARIYLA GELİP İZLEDİLER’

- Yenikapı’daki etkinlik koronavirüs önlemleri eşliğinde nasıl bir yapıda gerçekleştirildi?

- Bizler kurulan bir platformda sahneye çıktık, insanlar arabalarıyla geldiler. Arabalar birbirlerine belli bir mesafede durdular işte sadece sol camları açık şekilde. Arabaların yakınlarına sahnede konuşulanların daha iyi duyulabilmesi için donanımlar yerleştirildi. Bir yandan büyük bir barkovizyon kuruldu. İçeriye girmeden önce insanlara bir aplikasyon veya bir numara verildi, o numarayla gelmeden önce liste yapabildiler mesela işte ben iki sandviç iki içecek istiyorum diye, onlar da arabalara servis yapıldı. Girişte herkese maskeler dağıtıldı. Her türlü hijyen kuralına uyularak gerçekleştirildi. Bütün arabalar gittikten sonra da her yer temizlendi. 

ÖZTÜRK SERENGİL’E RESTORAN KAZIĞI!

- Haşırt dı Bilekbord’da Öztürk Serengil’in adını anmadan olmaz. O söz ona ait! O restoranda yaşananlar hani yanında film ne ki! Zaten Öztürk Serengil’in karakterinin yanında film ne ki!

- O kdar orijinal bir insan çok çok azdır, çok çok az. Haşırt Dı Bilekbord lafını da hayatımda ilk kez Öztürk abiden duydum zaten öyle bir lafı başkasından da duyamazdınız yani. Kitapta da yazdım bir Fransız restoranında denize karşı acayip kazık yemiş, o anısını anlatırken kullanmıştı. (gülüyoruz) Aklımın bir köşesinde kalmış, yazmıştım. Sonra da kitabın adını koyarken acaba Saygılar Bizden mi olsun diye düşünüyordum. Cem Yılmaz dedi ki; “Abi, öyle dersen hani artık oyunculuk mesleğini bırakmış, emeklilik anılarını yazmışsın gibi olur. Hani Elveda Dostlar gibi bir kitap olur o zaman. Bence Haşırt Dı Bilekbord çok güzel bir isim olur” dedi sağ olsun. Kitabın ön sözünü de o yazdı. Yani sözün orijinali Öztürk abiye aittir, kitabıma bu ismi koymamı söyleyen de yani isim babası da Cem Yılmaz’dır. İkinci kitabın ismini Keş On Dı Teybıl’ı ise ben buldum.

‘ERTUĞRUL ILGIN’IN HAYATI MI? YOK BÖYLE BİR ŞEY!’

- Ertuğrul Ilgın’ın hikâyesi yarı sürreal bir film gibi üstelik gepegerçek… 

- Kesinlikle Ertuğrul abinin hayatından film olur, oyun olur, seri dizi olur her şey olur öyle acayip aksiyonlu bir hayat. Fakat çok masraflı olur çünkü içinde Avrupası var, Amerikası var, ruleti var kumarı var… Ohoo neler neler… Bir Arjantin Lokantasında dükkan içinde dükkan işletmesi yani yok böyle bir şey!

- Okurların tepkileri nasıl oldu? Neler dediler? Önerilerde bulundular mı?

- Kitapları yazarken hep şöyle düşündüm hani insanların kitap okumayla ilgili kendince yöntemleri vardır. Kimi insan bir kitabı alır 15 günde okur. Benim gibi kitap hastası biri de alır almaz baştan sona kadar okur. Ben çünkü öyle okuduğum zaman kitaptan zevk alıyorum. Onun için genelde kitap okumaktan sıkıldığını beyan eden insanları da bildiğim için kitaplarımdaki genel matematik, genel yaklaşım; tek kişilik gösteri gibi insanları sıkmadan baştan sona kadar akmasını temin etmektir. Okurlardan “Abi bunun üstüne toplu taşıma araçlarında okumayın sizi deli zannederler gibi bir ibare koysaydınız, durup durup gülüyoruz” gibi çok güzel tepkiler de aldım. Genç bir okurun yazdığı da çok hoşuma gitti: Kardeşi kitabı ona yollamış o da Teksas’ta kafe gibi bir yerde okumaya başlamış. “Okurken sinirim bozuldu abi, kahkaha atmaya başladım” diyor. O anlarda da o filmlerde gördüğümüz yarma gibi, kovboy şapkası olan, beyaz saçlı bir adam yanına gelmiş. “Bana bakarak ne gülüyorsun” demiş. O da “Size bakarak gülmüyorum kitapta yazılanlara gülüyorum” diye cevap vermiş. “Kim yazdı o kitabı” diye sormuş adam. Bizim genç “Sizin gibi bir şerif yazdı” demiş ve Google’dan Yahşi Batı’da canlandırdığım şerif karakterinin fotoğraflarını göstermiş. Adam sakinleşmiş “Eminim ki güzel şeyler yazmıştır” demiş de bizimki paçayı kurtarmış. “Yoksa dayak yiyecektim abi” diye yazmıştı.

‘NUR BEY HEPİMİZİN PİRİYDİ!’

- Nur Bey’in hikâyesi... O da gerçekten nevi şahsına münhasır bir kişilik.

Sadece Devlet Tiyatroları’nın değil tüm tiyatro dünyasının ve dublaj sektörünün, hepimizin piriydi. Biz ona pirim, şıhım derdik. Allah rahmet eylesin. Onun yeri her zaman farklıydı. Hep derdik; “Allah bundan bir tane yaratmış, bir numunesi yok, kıymetinin bilelim” diye. Çok renkli bir kişilikti. Bir yerden sonra hayatı boş vermiş diyebiliriz ondan sonra çağdaş bir Diyojen olarak hayatını devam ettirmeyi seçmişti. 

‘SİYAMİ BEY! AMAN ÇOK OTURMAYIN!’

- Nur Bey’in kedisi de bu arada hepinizden rol çalıyor! O nasıl bir kedidir öyle. Okurken bile hizaya giriyor insan! (gülüyoruz) 

- Ben böyle bir şey görmedim! Siyam kedisiydi adı da o nedenle Siyami Bey’di. Kendisiyle tanışmak şerefine bizzat nail olmuşlardanım! Kendini beğenmiş, ukalâ mı ukalâ bir kediydi. Nur Bey’in evine mi gittiniz size öyle bir davranır ki hükümranlığını belli eder anında, burası benim siz ne demeye geldiniz, defolun gidin benim tepemi attırmayın’ı bir bakışla hissettirebilen bir varlık yani. Resmen oturmanıza kalkmanıza bile bakışları ve tavırlarıyla dediğiniz gibi ayar veriyordu yani. Çok oturmazdık o nedenle yani oturamazdık öyle diyeyim!

SADRİ ALIŞIK’TAN KEMAL SUNAL’A GERÇEK STARLAR

- Sadri Alışık desem devamını nasıl getirir Zafer Algöz?

- Bunlar hakikaten Türk sineması için çok önemli insanlar, gerçek starlar. Sadri abi on parmağında on marifet, inanılmaz yetenekli bir adammış inanılmaz. Tunç Başaran anlatmıştı, bazı filmlerde kendisi sürekli doğaçlama eklediği için yazarlarken “ya Sadri burayı zaten doldurur” derlermiş. Mesela otele girer, resepsiyondaki adama 206 numaralı odanın anahtarını isteyecek gibisinden bilgiler verilirmiş geri kalanını Sadri abi doğaçlama tamamlarmış yani senaryonun önemli bir kısmını Sadri abi o anda yazıyor. Dublajda da usta öyle ki bazen de mahallede mesela bir yaşlı kadın var onu bile konuşurmuş Sadri abi. Çok farklı enerjisi olan bir adamdı, büyük ustaydı. Bizde komedyen denilince insanları güldürenler akla gelir oysa Fransızlar oyunculara komedyen diyorlar. Sadri abinin de öyle çok renkli rolleri var mesela kötü adamları da yine aynı başarıyla oynamıştır. Bıçkınları, jantileri, iyileri, kötüleri, safları, kurnazları oynamadığı rol yok. Hepsine de inandırmıştır. Üstüne şarkı söyleyen, şiir bilen, edebiyat bilen, kompleksleri olmayan, sevecen, mert, dört dörtlük bir insan. Mesela ben Şener (Şen) abinin de kötü karakter oynadığını hatırlarım. Oyuncu budur! Bir Yaman Okay, Savaş Dinçel, Kemal Sunal işte oyuncu budur!

‘KEMAL ABİ BANA ÇOK SAHİP ÇIKTI’

- Kemal Sunal… 1992 yılı ilk televizyon deneyiminiz oluyor. Umur Bugay arıyor ve… Saygılar Bizden adlı dizi için sizinle görüşmek istiyor…

Çok mutlu olmuş ve heyecanlanmıştım. Yönetmen Zeki Ökten, başrol Kemal Sunal. Sadece o mu, Orhan Çağman, Savaş Dinçel, Savaş Yurttaş, Tuncer Necmioğlu, Yaman Okay… 

Kemal (Sunal) abinin de benim de ilk televizyon dizisi. Acayip heyecanlıyım “Abi nasıl olacak?” diye akıl sorduğumda; “Oğlum ben de ilk defa dizi çekiyorum. Ne bileyim, ben senden daha heyecanlıyım” demişti. Dünya tatlısı bir insandı. Pek fazla konuşmazdı ama bana çok sahip çıkmıştı. Yanından hiç ayrılmazdım Kemal abinin. Orman Çağman rahmetli, beni zengin, galerici bir genç sanıyor. Öyle söylemişler ki güya ben üste para vererek rol alıyorum üstelik yönetmene araba hediye edeceğimi vaat etmişim! Orhan Çağman tabii büyük usta, yılların oyuncusu böyle bir şeye doğal olarak tepki gösteriyor, sinir oluyor da oluyor. Bir şey demiyor ama ters bana karşı, bakışlar, tavırlar falan. Sonra sonra numara ortaya çıkıyor. Benim önceleri haberim yok ama sonra öğrenince de “Aman sakın bozuntuya verme devam edelim” dediler. Bir gün sete bir araba getirildi işte benim güya yönetmene söz verdiğim araba. Yönetmen beğenmedi falan bu sefer yönetmene “Ne beğenmiyorsun mis gibi araba” gibisinden serzenişte bulunması da alemdi. Türlü türlü şakalar yapıldı abimize. Elebaşımız da Kemal abi. 

‘KEMAL ABİ EVİNE FİLMDEKİ KOSTÜMÜYLE GİDERDİ’

Kemal abi çok enteresan adamdı sete mesela o gün filmde giydiği kostümle gider gelirdi. Öyle bir takıntısı vardı. Orada mübaşiri oynuyordu meselâ. Mübaşirin şapkası, kravatı, ceketiyle evine gider sonra da evden yine onu giyip gelirdi. Çok çok titiz bir insandı. Evhamlılığı dillere destandı. Seti erken bıraktırıp, gidip bir yerde kafaları dağıtmak isteyenler bir numara çekerdi Kemal abiye. İşte böyle beşer dakika arayla yanına gelir; “Abi biraz rengin solmuş sanki, iyi misin falan” der bir meraklandırırlardı. Birkaç kişi aralıkla benzer şeyi söyleyince evhamlanır, ciddiye alırdı Kemal abi. Ve set erken bırakılır, arkadaşlar da muratlarına ererlerdi.

İMPARATOR MÜŞFİK KENTER!

- Cüneyt Gökçer, Müşfik Kenter, Yalın Tolga, Sadrettin Kılıç, Erol Kardeseci, Baykal Saran, Çetin Tekindor, Yıldız Kenter, Macide Tanır, Işık Yenersu, Erkan Yücel, Alev Sezer gibi daha pek çok sanatçıyla anılara yer veriyorsunuz kitaplarınızda. Fakat bunca usta arasında “ülkemde tek bir oyuncuya ‘imparator’ dedim; Müşfik Kenter…” diyorsunuz. Neden imparator Müşfik Kenter? Neden o?

- Cumhuriyet Türkiyesi’nin gelmiş geçmiş en büyük aktörüydü. Tek boyutlu bir oyuncu değildi. Yerli oyunları da yabancı oyunları da aynı ustalıkla oynuyordu. Kral olması gerekiyorsa kral, Hamlet olması gerekiyorsa Hamlet, Orhan Veli olması gerekiyorsa Orhan Veli oluyordu. Her kılığı ustaca giyiniyordu. Kalıplara tıkılmıyordu. Ablası usta Yıldız Kenter’in sadece kardeşi değil öğrencisiydi de düşünün. Ki o zamanlardan Yıldız Kenter’in mesela çok çok iyi bir oyuncu olacağını Carl Ebert bizzat yazmış. Sonra mesela Orhan Veli şiirlerini seslendirmesine değinmek isterim. Sayesinde bir kuşağa Orhan Veli şiirlerini daha da sevdirdi bilmeyenleri de haberdar etti yani. 

- Dublaj çok önemli o zaman…

- Dublaj bir sanat değildir ama bir zanaattır ve bizde bu işi gerçekten çok iyi yapıyorlar.

‘CEM’LE AYNI EKİP YOLA DEVAM EDİYORUZ ÇÜNKÜ...’

- Cem Yılmaz ile nasıl bir uyum sağladığınızı anlatır mısınız? Bir başka kankalık da sizlerin ki…

- Şimdi hep diyorlar ya hep aynı adamlar durup durup birlikte film çekiyorlar diye. Bu dünyada olmayan bir şey değil birçok yönetmenin devamlı çalışmış olduğu kadroları vardır yani. Çünkü derdini anlatabildiği adamlardır onlar. Yönetmenin ne istediğini bilir, senaryoya katkısı olur, filme katkısı olur bir biçimde olayı pozitif anlamda sahiplenen bir ekip olması gerekir. Scorsese de hep De Niro’yla çalıştı, Tarantino da ekibini değişmiyor yani. Sonra hep aynı adamlar mı denilince ben de hep derim ki; Barcelona da yıllardır hep aynı adamlarla oynuyor, yeter herkes Messi’yi seyretmesin çıkaralım şu çocuğu takımdan bıktı artık insanlar demiyoruz çünkü iyi oynuyor. Biz Cem Yılmaz’ın arkadaşıyız, eşiyiz dostuyuz eyvallah ama bizim de işimiz oyunculuk sonuçta. Tevazuda bulunamayacağım iyi de oyuncular olduğumuz için, birbirimizi de iyi anladığımız için Cem de bizlerle çalışmak istiyor.

‘EUGENE’İ EVERECEEM!’’

- İlk nasıl tanıştınız?

- Birbirimizi gıyaben tanıyorduk, ben Cem’in gösterilerini izlemiştim. O da Devlet Tiyatroları’nda benim iki oyunumu izlemiş. Antalya Film Festivali’nde bir araya gelmiştik orada daha uzun sohbet etme fırsatımız oldu. Dedi ki “Abi ben uzun süredir seninle çalışmak istiyordum, kısmet olursa bir film projem var onda oynamayı kabul edersen çok mutlu olurum” demişti. “Ben de mutlu olurum” demiştim ve AROG filmiyle birlikte çalışmaya başladık. Sonrasında arkadaşlığımız, dostluğumuz devam ettiği için daha çok proje üretmeye başladık. Mesela AROG’u Afyon’da çekerken Cem dedi ki; “Bir kovboy filmi yapsak. Ve kovboy kasabasında herkes Şener abinin babası Ali Şen’in oynamış olduğu Anadolu kurnazı şivesiyle konuşsa”. O anda birisi o şiveyle “Eugene’i evereceem” dedi, bir diğeri “Yetti gari at üstünde haytalıh ettiğin it oğlu it” dedi. Güle oynaya o filmin çatısının yavaş yavaş oluşmaya başladığını hissettik. Sonra da Cem dedi ki; “Abi ben bir süre kaybolacağım, ben bunun üzerine biraz çalışayım”. Hakikaten kısa bir süre sonra da senaryoyu yazıp getirdi. İnceledim şu ana kadar ülkemizde 155 tane kovboy filmi yapılmış ama hiç böylesi yapılmadı yani.

HAKSIZ ELEŞTİRİLER...

Bu arada en çok güldüğüm; birisi eleştiri olarak şey demiş; “Batı’daki kovboy filmlerinden çalmışlar”! Ne denir ki bu adama şimdi (gülüyoruz). Sevimli, neşeli, gayet güzel mesajlar da içeren bir filmdir. Cem ile iş yapmaktan çok mutluyum. Son yaptığımız Karakomik Filmler de çok başarılıydı. Müthiş bir ekip çalışması, teknik donanımdan oyunculuğa büyük emek verilerek, ciddiyetle yapıldı. Arif V 216 filmi 28 milyon liraya mal olmuştu. O filmden ilk 1 dakika 25 saniyelik teaser yayınlandığında bir adam altına bir A4 kağıdına sığacak kadar eleştiri yazmıştı: “Anladığım kadarıyla yeterince özen gösterilmemiş, biraz aceleye gelmiş” diye… Yahu bir dur daha ne gördün ne anladın da bu duyguya sahip oluyorsun. Resmen emeğe saygısızlık. Bir yıl çalışılmış üzerine. Hiçbir projemize öyle bir günde başlamıyoruz ki aylar öncesinden en küçük detayları bile düşünülerek, emek vererek, iyi bir şey yapalım diye uğraşıyoruz. Karakomik Filmler için de dediler işte; “Hiç komik filmi değil” falan… Ya kardeşim hiçbir filmin sizleri gülmekten öldüreceğiz diye bir garantisi yok ki. Cem Yılmaz’ın stand uplarından dolayı filmde de dakika başı bir espri yapsınlar diye bakıyorlar o eleştirenler. İyi de bu bir sinema filmi, iyi bir sinema filmi yapmak öncelik. Cem de bu işi gayet iyi yapıyor. Sinemada izleyip böyle eleştirenler yıllar sonra televizyonda seyredince “Aa meğer ne güzel filmmiş diyor” böyle bir durum yani.

- Karakomik Filmlerin ilk ikisi ‘2 Arada’ ve ‘Kaçamak’tı.

- Sonrakiler şöyle; Deli ve Emanet diye iki tane daha hikâye var ikisi de birbirinden güzel. Hepsi ciddi uzun sinema projeleriydi aslında bir gün Cem bunları senaryoları biraz sıkıştırarak ikişer ikişer tek filmde hayata geçirmek istediğin söyledi. Bunları 60’a dakikalık ikili ikili filmler olarak çekmek istediğini söyledi. Biz de harika bir fikir dedik çünkü şu ana kadar bildiğim kadarıyla denenmedi bu. Birbirinden bağımsız, güzel hikayeleri olan işler hepsi de.

‘CEM, CAN, ZAFER VE YOUTUBE!’

- Cem Yılmaz ve Can Yılmaz’la birlikte YouTube kanalınız 'Burda Olan Burda Kalır', koronalı günlerde daha yoğun devam ediyor değil mi?

- Evet, normalde haftada bir Pazar akşamları bir program yapalım diye düşünmüşken çok da talep gelince bu sefer evden eve canlı bağlantılar kurup iki ya da üç günde bir yapmaya başladık. Genelde doğaçlama gelişiyor, öyle köşeleri belli bir konsepti yok. Çok zevkli gidiyor, ilgi de görüyor.

‘BURSA’DAKİ MAHALLEMİZDEN DÖRT OYUNCU ÇIKTI’

- Kitaplarınızı konuştuğumuz sanatsal, sanatçı portrelere içeriğini yanı sıra zaman zaman otobiyografiye de dönüşüyor. 

- Evet meselâ Trabzon yıllarım var, Ganita var, deniz, yaylalar, yeşilin bin bir çeşit rengini hasretle ve anılarım eşliğinde paylaşıyorum. Havva ana var, doğa mücadelesi var. Erzurum, Kars, ailem var. Sonra özellikle Bursa var ki çok önemlidir hayatımda. Ortaokulu ve liseyi de orada okuduğum için. Yaşadığım mahalle Çobanbey mahallesiydi düşünün o mahalleden dört tane oyuncu çıktı: Ahmet Uğurlu, Mustafa Uğurlu, Hakan Güneri ve ben. Tanışmıyorduk da. Yani şöyle ben Ahmet abinin oyuncu olduğunu biliyordum, çok da sevdiğim bir aktördür. Onlar bizim abilerimizdi, yanlarına giderken mahallede de desturla giderdik. Çünkü onlar kendi yaş grubuyla sohbet ederlerdi. Biz de öyle en alt basamakta oturur, hayran hayran dinlerdik. Onlar bizi de konservatuvara heveslendirmişlerdir. Annem mesela Ahmet ve Mustafa abilerin ailesini tanırdı. Tiyatroya başladığımda da Ahmet ve Mustafa abileri orada da gördüm ve daha yakın olduk. Sonra halam Zeki Müren’in annesiyle aynı apartmanda komşuydu. Arada ben annem ile rahmetli anneannemi onlara götürürdüm. Ben de Zeki Müren’in annesi Hayriye Hanım’ı o zaman görmüştüm. Zeki Müren’in canlı performasını bir kere Ankara’da seyrettim, olağanüstüydü. Bir de rahmetli babası Kaya Müren için Bursa’da Yeşilcami’de bir mevlit vermişti. Annem, anneannem ve büyük halamı oraya götürmüş ve Zeki Müren’i camide görmüştüm. Mevlitten bir bölüm okumuştu Zeki Müren yine muhteşemdi.

SANATÇI ALGÖZLER...

- Sanatçı bir aileniz var, babanız, dedeniz bestekarlar… Dedeniz kemani, bestekâr Haydar Algöz. Sanat dünyasında ona Haydar Telhüner diyorlar. Onu anlatır mısınız?

- Baba tarafı Erzurum’lu ana tarafı Karslı bir ailenin çocuğuyum. Kars’ta doğdum. Rahmetli dedem Erzurumlu Kemani Haydar Bey. Aynı zamanda yine çok iyi ud da çalıyormuş. Erzurum’dan İstanbul’a geldiği zaman Tepebaşı Gazinosu, Kristal Gazinosu’nda Zeki Mürenler, Hamiyet Yücesesler, Müzeyyen Senarlar gibi kadrolara çalmış, O kadrolara çalabilmek kolay iş değil tabii ama dedem çok yetenekli olduğu için eşlik etmiş, kabul ve takdir görmüş. Kadri Şençalar çok yakın dostu olmuş O dönemlerde sanatçılara hünerlerine göre takma bir soyadı verilirmiş. Mesela Kadri Bey’in soyadı aslında Şençalar değilmiş. Dedeme de senin soyadın Telhüner olsun demişler. Ailesiyle birlikte İstanbul’un en güzel zamanlarını yaşamışlar. 1950 ile 1970’e kadar İstanbul’da yaşamışlar.

‘DEDEM KEMANİ HAYDAR BEY’İN KIRK ÜÇ ESERİ VAR’

Dedemin şu ana kadar benim bildiğim kırk üç tane eseri var resmi olarak telif hakları bizim ailemizce korunmakta olan. Meselâ iki tanesi “Şafak söktü yine Suna uyanmaz”, “Tanrıdan diledim bu kadar dilek”tir. “Tanrıdan diledim bu kadar dilek” türküsünü askerliğini yaparken Erzincan’da yazıp bestelemiş. Askerlik dört yıl o zaman İkinci Dünya Savaşı’ndan dolayı. Türkülerini özellikle de “Şafak söktü yine Suna uyanmaz”ı seslendirmeyen kalmamış. 

- En son yer aldığınız proje Tutunamayanlar dizisi... Oradaki karakterinizden bahseder misiniz?

- Şu an tabii bütün setler gibi o da durdu ama ilgi gördü, uzun soluklu olacak diye tahmin ediyorum. Özellikle genç kitle tarafından çok izleniyor. Tutunamayanlar’da zamanın sadece gerisine gidebilen ilham perisi İlhan’ı oynuyorum. İnsanları tarihin arka planlarına, asırlar öncesine götürebilmesi ayrı bir renk katıyor diziye. Ve insanları eğlenceli bir şekilde bir dizi izletirken aynı zamanda edebiyattan, şiirden, tarihten haberdar ediyor, bilgilendiriyor dizi böyle bir özelliği de var. Böyle misyonu olan bir rol olduğu için ayrı bir heyecanla canlandırıyorum. 

Ağustos’un ortalarında eğer korona süreci kontrol altına gidebilirse setler başlarsa film ve diğer set projelerinin ajandası netleşecek tabii. 

‘PARASIZ YATILI OKUDUM, TEMİZLİĞE YABANCI DEĞİLİM’’

- Korona günleri sizin nasıl geçiyor?

- Tedbirimi alıp zaman zaman çıkıyorum tabii ama çoğunlukla evdeyim. Kitap okuyorum, sinema filmi ve belgesel izliyorum. Korona günlerinde şunu fark ettim ki ilk bir hafta, on gün herkes gibi benim için de epey zor geçti. Sıkılmak değil psikolojik olarak kaygılandık, bu daha ne kadar böyle gidecek diye bir umutsuzluk yaşadık. Böyle hissederken birdenbire Mart ayının ortasına derken Nisan’ın ortasına geldik ve bir baktık Haziran’dayız. Bir şekilde ister istemez ayak uydurduk sürece ama elbette tatsız. Umalım sağlıklı günler yakın olsun. Parasız yatılı okumanın vermiş olduğu avantajla temizlik konularına yabancı değilim. Lale hanımla mutlu bir evliliğimiz var. Evde hep yardımcı olurum. Temizlik de yapıyorum, çamaşır da yıkıyorum. Ben bu işleri zamanında çözmüş bir adamım o anlamda zorlanmıyorum. Dört çocuk sahibiyim; Eser, Sinan, Tuana ve Ilgın. Kocaman oldular, kendi hayatlarını kurdular. Hepsinin kendi ait bir imparatorluğu var herkes kafasına göre takılıp istediği aktivitelere vakit ayırıyor. 

ZAFER ALGÖZ: 30 Ağustos 1961’de yılında Kars’ta doğdu. Aslen Erzurum’lu. 1975 sezonunda Bursa Devlet Tiyatrosu’nda açılan “Gençlik Kursları” ile tiyatro eğitimi aldı. 1980’de Ankara Devlet Konservatuvarı Tiyatro Bölümünü kazandı. 1985’te mezun olup, aynı yıl Bursa Devlet Tiyatrosu’nda sanat hayatına başladı. 

1989’da İstanbul Devlet Tiyatroları’na tayin olan Zafer Algöz, Amedeus, Çok Yaşa Komedi, Macbeth, Ay Işığında Şamata, Arturo Ui’nin Önlenebilir Yükselişi, Hamlet, Babaanem Yüz Yaşında, Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz gibi birçok tiyatro oyununda rol aldı. 

36. İsmail Dümbüllü Ödülü’nü (2011) kazanan Zafer Algöz; 2016’da Kaçma Birader ve 2017’de Ali Baba ve 7 Cüceler’deki rolleriyle Komedi dalında iki defa Sadri Alışık Tiyatro Ödülü’nü kazandı. 2010’da “Vahşet Tanrısı” isimli tiyatro oyunundaki rolü ile 10. Lions Tiyatro Ödüllerinde Komedi dalında En İyi Erkek Oyuncu ödülünü aldı.

Kamera karşısına ilk kez Saygılar Bizden adlı dizi ile geçti. Oğlum Adam Olacak, Televizyon Çocuğu, Ağır Roman, Komşu Komşu, Utanmaz Adam, Salkım Hanımın Taneleri, Duruşma, Evdeki Hesap, Cesur Kuşku, Esir Şehrin İnsanları, Çınaraltı, O Şimdi Mahkum, Kapıları Açmak, Sınav, Umut Adası, Hasret, Kurtlar Vadisi Pusu, Cumhur Cemaat, AROG, Umut, Yahşi Batı, Karakomik Filmler, Mükemmel Çift, Behzat Ç. Bir Ankara Polisiyesi, Leyla ile Mecnun, Dedemin İnsanları, Muhteşem İkili, Tutunamayanlar gibi pek çok projede yer aldı.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler