Ne Yapmalı? -I-
Türkiyemizi tehdit eden faşizmden söz ederken öncelikle birtakım benzerliklere atıfta bulunmaktan kaçınmak ve olayın tekilliğini iyi saptamak gerekiyor. Tayyip Erdoğan’ı Hitler’e benzetmek, olsa olsa bir retorik yakıştırma olabilir. Çünkü günümüz Türkiyesi ile 1930’lar Almanyası’nın hiçbir benzerliği bulunmadığı gibi, Tayyip ve hempaları ile Hitler ve Nazi ileri gelenleri arasında da bir benzerlik yoktur. Başka türlü söylersem: Tarih elbette tekerrür eder; nitekim iki büyük savaş arası dönemde Avrupa’da yükselen faşizm bugün Türkiyemizi tehdit ediyor. Ama tarihi oluşturan olaylar tekerrür etmez; onlar kendi dönemlerinin özgül koşullarında ortaya çıkan tekil oluşumlardır.
AKP faşizminin benzersizliği, kendini İslam aracılığıyla dayatmasında ortaya çıkıyor. Ve tehlikenin büyüklüğü de burada.
Cumhuriyet kurulduğundan beri, bu ülkede, dini inançlardan destek almaya çalışan siyasetçiler hep var oldu. Bunlar önce “çok partili demokrasiye geçiş” uğruna hoş görüldüler. DP ve AP, seçmenin dini bütün kesimini ve onun hoşuna gidecek dini söylemi ihmal etmeyen siyasetleriyle bu dönemin partileridir. Ardından Necmettin Erbakan’ın İslamcılığı gündeme geldi. Hazret, “Cumhuriyeti kuran” CHP’nin yeni ve “karizmatik” lideri “Karaoğlan” tarafından hükümete ortak edildiği için fazla tehlikeli görülmedi; esasen mitomanlığı ve ne olduğu anlaşılmayan “milli görüş” safsatasıyla ciddiye de alınmıyordu. Kaldı ki, 27 Mayıs devriminin ardından, Cumhuriyet yandaşlarının, Marksist olduğunu söyleyen bir kısım solcular da dahil olmak üzere, oldukça büyük bir kesiminde, “Cumhuriyetin nasıl olsa ordu gibi bir bekçisi var” fikri, bir “rahatlatıcı güvence” olarak yerleşmişti. Ve 12 Mart ile 12 Eylül askeri müdahale ve darbelerinin gösterdiği gibi, Erbakan’ın kurduğu siyasi partiler, Anayasa Mahkemesi eliyle kolayca siyaset sahnesinden dışlanabiliyordu.
“Cumhuriyetin güvencesi asker” inancının ülkeyi nasıl bir badireye sürüklediğini görmek için AKP’nin Türkiye’ye egemen olması gerekiyormuş!
Cumhuriyet ve psödo-liberaller
Türkiye’ye “sağduyularından” salgıladıkları hukuk felsefeleriyle(!) rejim, şekil ve sınır biçmeye çalışan psödo-liberallerimiz, zaten hanidir “guguk”a dönmüş olan hukuk sistemimizi “sosyal realite” ve “tarihi veriler” doğrultusunda “reforma” tabi tutmak için kendilerini paralıyorlar. Bu doğrultuda fetvalar veren bir hukukçu “Prof”, bir söyleşisinde, hukuk felsefesinin, “hukuk düzeni kurulurken meşruiyet temeli oluşturacak ana ilkelerle bağ kurma operasyonu” şeklindeki bir tanımını veriyordu. O zaman, bu tanımdan yola çıkarak “manda”lığa hukuki giysi biçmeye çalışanlara birkaç şey söylemek farzdır:
1. Adına Türkiye Cumhuriyeti denilen “hukuk düzeni” kurulurken hangi “ana ilkelerin” “meşruiyet temeli” kabul edildiği gözden kaçırılmamalıdır. Türkiye Cumhuriyeti de “sosyal realiteden” ve “tarihin verilerinden” hareket edilerek kurulmuştur. Yeryüzündeki bütün hukuki-siyasi düzenlerde olduğu gibi...
2. Ama hukuk düzenini kuran “sosyal realite” ve “tarihi veriler” ile hukuk devletinin hukuka uygun işleyişinde dikkate alınması gereken “sosyal realite” ve “tarihi veriler” aynı kefeye konamaz. Çünkü önce, “sosyal realite” değişken bir şeydir; sonra da “tarihin verileri” denilen şey, güncelliğin hayhuyu içinde, birtakım soyutlamalar marifetiyle somut siyasi amaçlara ölçü kılınmaya (tıpkı bugün Türkiye’de yapıldığı gibi) pek elverişlidir. Bu da hukuku ve “hukuk felsefesi”ni karakuşileştiren şeydir.
3. “Sosyal realitenin” değişkenliği, bu sosyal realitenin, hukuk düzeninin kuruluş (constitution) aşamasında “meşruiyete temel olacak ana ilkelerden” biri olarak düşünülmesindeki yerindeliği ortadan kaldırmaz. Buna koşut olarak, kurulan düzeninin belirleyici vasfının (yani “hukuk düzeni” olma vasfının) sürdürülebilmesi için de bu değişkenliğin tarihi süreç içinde siyaset tarafından dürüstçe izlenip günün koşullarına uyarlanması gerekir. Yasama faaliyeti diye adlandırılan şey de budur. Ve hukuk ancak o zaman insandaki adalet duygusunu tatmin edebilir.
4. Ama “tarihin verileri” ve “sosyal realite” diye tanımlanan olgular, tarihi süreç içinde, tarihi veriler olarak sosyal realitenin geçirdiği somut değişimlerin keyfi yorumlarına gerekçe yapılırsa (tıpkı bugün Türkiye’de yapıldığı gibi) ortada ne hukuk ne de hukuk felsefesi kalır. Bu tür yorumlardan yola çıkan “hukuk felsefesi” ya da “hukuk sosyolojisi” fetvaları, pestenkerani lafazanlıklar olmaktan öteye gitmez.
5. Bir ülkeyi yönetenlerin “sosyal realite”nin değişkenliğine ilgisiz kalmalarını, bu değişkenliği günün koşullarına uygun reformlara tabi tutamamalarını ya da tutmamalarını eleştirmek yerinde bir tavırdır. Ama kuruluş aşamasındaki “tarihi verileri” bugünün verileriyle değerlendirerek, yani çarpıtarak, kurucuyu (constituant) sosyal realiteyi göz ardı etmiş olmakla suçlamak ve hukuk düzenindeki mevcut çarpıklıkların nedeninin, kurucunun kuruluş aşamasındaki sosyal realite ve tarihi verileri bugünün perspektif ve gerçekleri açısından görememesinden kaynaklandığını ileri sürmek düpedüz mugalatadır.
Siyasi şablon\t\t çoktan değişti
İslamcılar ufak ufak ve çok ustaca ilerlediler. Duruma göre geri çekilmesini, uygun fırsatı kollamasını bildiler. 1973’te, Ecevit’in, “tarihi hata” vecizesiyle basit bir yanlış anlama gibi göstermeye çalıştığı laik-dinci zıtlaşmasını güya ortadan kaldırmak üzere meşruiyet kazandırdığı ve CHP-MSP koalisyonu ile demokratik Cumhuriyete nüfuz eden dinci partinin ilk icraatı, Karaköy’deki “Güzel İstanbul” heykelini müstehcen gerekçesiyle kaldırtmak olmuştu. Ondan beri, almadığı taviz kalmadı ve bugün ülke kaderine el koymuş durumda. Rahmetli Ecevit, ayakları suya erdiğinde, “Laiklik Türkiye’nin Aşil topuğudur” diye çok doğru bir laf etmişti. Ne var ki iş işten geçmişti. AKP, bidayetten beri dinci söylem ve eyleme verilen “ufak” tavizlerin sonucudur. Çünkü sahayı o “ufak” tavizler hazırladı.
Bu gelişmelerin sonucu yalnızca AKP’nin yükselişi değil, Türkiye’deki siyasi sağ ve solun da eriyişi oldu. Ve bunun asıl suçluları, içlerinden bazıları belki de “nasılsa ordu Cumhuriyeti korur” rehaveti içinde olan sözüm ona “laik” siyaset bezirgânlarıdır.
Adnan Menderes, parti grubuna, “Siz isterseniz hilafeti bile geri getirebilirsiniz” derken; Süleyman Demirel, cuma namazlarını siyasi şova dönüştürürken; Kenan Evren ve karga kılavuzları, “Türk-İslam sentezi” zırvasını eğitim sistemine yamarken; Turgut Özal, köşe dönmeciliği her türlü etik kaygıya ikame ederken; “Bayan Şaibe” lakabıyla maruf Tansu Çiller, aklını fersah fersah aşan siyasi ihtirasıyla irticanın başını Başbakanlığa taşırken (Ecevit’in bu yoldaki büyük katkısını yukarda belirttiğim için tekrarlamıyorum), dinci siyasetin iktidarına giden yolun taşlarını döşüyorlardı.
En Çok Okunan Haberler
- Rus basını yazdı: Esad ailesini Rusya'da neler bekliyor?
- Esad'a ikinci darbe
- Türkiye'nin 'konumu' hakkında açıklama
- İmamoğlu'ndan Erdoğan'a sert çıkış!
- Çanakkale'de korkutan deprem!
- Naci Görür'den korkutan uyarı
- Kurum, şişeyi elinin tersiyle fırlattı
- Kalın Colani'nin yolcusu!
- 6 asker şehit olmuştu
- Erdoğan'a kendi sözleriyle yanıt verdi