Oscar ödülünün ardından...
Hayat gerçekten çok ilginç... Özellikle de Amerikan politikasını anlamak için son Oscar Ödülleri'ni izlemekte yarar vardı.
Birbirinden şık oyuncu, yapımcı, yönetmen ve sinema çalışanı kırmızı hali fenomenine sonsuz saygılarıyla; mücevher firmaları ve modacılar tasarımlarıyla, magazin basını o çok “sevimli” dedikodularıyla gözümüzün önünde geçit yaparlarken tabi dünyada son zamanlarda olup biten olaylar yine unutuluvermişti. Obama, ekrandan salona dahil olarak kendisini en çok etkileyen film müziğinden yana tercihini kullanırken en naif halini takınmıştı. “İnsan hakları yanlısı”, siyahi bir lider olarak kendisine yüklenmeye çalışılan o çok kutsal görevin hakkını vermeye çalışırken, bir taraftan da oldukça iletişimsel görünüyordu. Ne mutlu! Dünyanın canına okuyan, nerede yeterince “değerlendirilmediği” düşünülen bir petrol varsa anında o bölgeyi karmaşaya boğan A.B.D, ödüllerden bir gün sonra Libya’ya deniz ve hava filolarını göndereceğini çoktan planlamayı bitirmişti. Bizler ise sevdiğimiz yönetmenler ve oyuncuların soğuk esprilerini izlerken yine muhteşem bir Amerikan rüyasının ortasında elbise modellerine ve ikonalara bakmaktaydık. Harika… İçlerinde oyunculuklarını gerçekten çok beğendiğim oyuncular, yapımlar da vardı. Ancak şöyle bir baktığımda tek bir ironi, evrensel duyarlık vesaire kırıntısı görmediğimiz kariyerin son noktası Oscar Ödülleri, oyuncu ve yönetmenlerin de bir anda akıntısına kapılıverdikleri bir şölene dönüşüveriyordu. Son Akademi Ödülleri’ni de geride bıraktık. Televizyonlarımızın bazı kanallarında yine bir belgesel izler gibi Ortadoğu karmaşasını izliyorduk. Başka bir kanal da tüketim hırslarımızı cilalıyordu.
Ödül konusunda öngörülen oldu ve Natalie Portman salondan ‘en iyi kadın oyuncu’ ödülüyle ayrıldı. Doğrusu bir Darren Aronofsky filmiyle Portman’ın yine bu ödülü almış olması beni mutlu etti. Aslına bakılırsa son filmi Black Swan/Siyah Kuğu ile beni biraz şaşırtan ve görüntüleriyle de haz veren Aronofsky’den ziyade bir İngiliz yapımı olan The King’s Speech filminin ödülü alması beklenen bir durumdu.
Gelelim Darren Aronofsky’ye… Darren Aronofsky… Geçmişin bağımsız bugünün ise yüksek bütçeli yönetmeni ve popüler kültürün son keşfi… Bu durumu son Akademi Ödülleri’nde de gördük. Aronofsky, uzunca bir zamandır sinema takipçileri için, filmleri özellikle de ‘Requiem for a Dream’ ve Pi oldukça sıra dışı özel anlatımlar olmuştu. Çünkü kendi sinema dilinin peşinden giden ve ışıltısı olan bir yönetmen imzasıyla karşımıza çıkmış, mütevazı bir imza olarak orada duruyor gibiydi. Oysa hayat hikayesine baktığımızda görsel algısını, tasarım gücünü geliştirebileceği okullarda, yeteneğini başarıya dönüştürebildiği alanlarda hep var olduğunu görüyoruz. Harvard Üniversitesi aksiyon ve animasyon bölümünde eğitim alan Aronofsky, Pi filmiyle Sundance Film Festivali’nden en iyi yönetmen ödülüyle döndüğünde artık işler çığrından çıkmış ve yönetmenlik onun için lezzetli bir yola dönüşmüştü. Üniversite öğrencisi, sinema tutkunu kitlenin izlemeden ölmeyin listesinde mutlaka yer aldığına daima şahit olduğum Pi ve Requiem for a Dream filmlerinin namı almış yürümüştü ki 2006 yılında çekimleri tamamlanan The Fountain filmiyle ondan beklenen ama beklentiyi sarsacak nitelikte bir geri dönüş yaptı. The Fountain gibi filmler bence yönetmenin belli bir aşamaya ulaştığını hissettikten sonra arada tam olarak kendi dünyasını ortaya koymak için ve kaygısızca denediği filmlerden biriydi. Görüntü dünyası açısından çok başarılı, görsel tasarımın gücünü yadsımayan ancak çok fazla izleyiciye ulaşmadan kendi dünyasına çekilen bence deneysel bir işti. Senaryosundaki sıkıntılar, diğer filmlerine oranla daha fazla göze çarpıyor olsa da herkes Aronofsky’den The Wrestler ya da The Fountain filmlerinden daha iyilerinin gelebileceğine inanıyordu bence.
Nihayet beklenen oldu ve o büyük yapım, son derece iyi pazarlanan Aronofsky filmi Black Swan/Siyah Kuğu beyazperdedeki imzasını atmayı başardı. Yönetmen, kendi dünyasından kapıyı aralayıp Hollywood mantığına doğru yumuşak bir geçiş yapmayı denedi. Filmde Nina karakterini çok iyi ve doğru bir oyunculukla taşımayı başaran Natalie Portman, görünüşe göre eski ama yeterince zirveye tırmanamamış hırslı balerin olan annesinin ve mesleğinin duvarları arasında mesleğini ihtirasa dönüştürmüş bir balerindir. Kuğu Gölü balesindeki baş dansçı olmak için duyduğu istek adeta hastalıklı bir hal almıştır. Beyaz Kuğu ve Siyah Kuğu arasındaki rekabetin, birinin zamanla mükemmel bir dille ve görsel anlatımla nasıl diğeriyle iç içe geçtiğini Aronofsky gözüyle bire bir yaşıyoruz. Bazı filmler vardır sadece hikayeyi izleriz ama bazı filmlerde hikayenin içine dahil oluruz. Black Swan işte böyle bir filmdi. Portman’ın filmin bazı sahnelerindeki oyunculuğu bence muazzamdı. Bunlardan en önemlisi de listeler asıldıktan sonra baş dansçı olduğunu öğrenip tuvalette annesiyle telefonla konuşma sahnesi var ki, bence iç aksiyon açısından, oyunculuğun ölçüsü, doğruluğu açısından gerçekten inanılmazdı. Bu filmde oyunculuk ve yönetmenlik anlamında çok büyük bir özenden söz edilebilir. Ciddi anlamda bir emek ve disiplin işi bir film olduğu görüşündeyim. Evet sonuç olarak herkesin takipçisi olduğu yönetmenler vardır. Benim için bu yönetmenlerin arasında sayılan Aronofsky ortaya, filmin kendisinden çok filmin çağrıştırdıklarına dair bir şehvet ve ihtiras olgusunu çıkarmakta başarılı olmuş. En iyi filmler listesinde zaman içinde nereye oturur bilemem ama Black Swan yakın zaman içinde izlenmesi ve fikir sahibi olunması gereken bir film. İyi seyirler…
En Çok Okunan Haberler
- Suriye'yi nasıl terk ettiğinin ayrıntıları ortaya çıktı!
- Petlas'tan o yönetici hakkında açıklama
- Nevşin Mengü hakkında karar
- 3 zincir market şubesi mühürlendi
- Geri dönüş gerçekten 'akın akın' mı?
- Eski futbolcu yeni cumhurbaşkanı oldu
- Fidan'dan 'Suriye Kürtleri' ve 'İsrail' açıklaması
- Müge Anlı'nın eşine yeni görev
- AKP’nin tabutu CHP sıralarına kondu
- Bakanlık 5 ildeki lahmacuncuları ifşa etti