'Savaş Hukuku' ve 'Savaş Suçları'

Türkiye, Roma Konferansı’ndaki oylamada, terör suçlarının kapsam dışı kalması nedeniyle olumlu oy kullanmadığı sözleşmeyi onaylamadı. Ama anayasadaki “Vatandaş, suç sebebiyle yabancı ülkeye verilemez” hükmüne, 2004 yılında “Uluslararası Ceza Divanı’na taraf olmanın gerektirdiği yükümlülükler hariç olmak üzere” ibaresi eklendi.
Savaş demek, “düşman” diye belleneni, ne yapıp edip etkisiz hale getirmek demektir. Bunun için de her yola başvurulur: Öldürmek, yaralamak, bombalamak, yakıp-yıkmak vb... Bunların hepsi, savaş ortamında doğal sayılan yöntemlerdir. Bu yöntemlere ve sonuçlarına bakarak “Canım savaşın da hukuku mu olurmuş?” diyenler, ilk bakışta haklı görünebilir.
Ama konuya hukuk açısından bakılınca, farklı bir değerlendirme yapılır: Hukuk, insanların bireysel ve toplumsal yaşamlarını düzenlemeyi amaçlayan kurallardan oluşan bir bütündür. İstesek de istemesek de, insanlık tarihinin bir parçası olarak yüzyıllardır varlığını sürdüren bir olgu olan savaşa hukukun ilgisiz kalması beklenemez.
Hukukun bu konudaki düzenlemeleri iki temel amacı gerçekleştirmeye yönelik olmuştur: Birincisi, savaşı önleyecek kurallar konulması; ikincisi ise, savaş sırasında uyulması gereken bazı kuralların oluşturulması.
TBMM’nin 1921’de dünyaya verdiği ders: ‘Savaş’ değil \t\t‘vatan müdafaası!’
Burada, bir olguyu övünç duyarak anımsamamız gerekir: Birinci Türkiye Millet Meclisi’nce, 1921 yılında yapılan anayasada TBMM’nin yetkileri sıralanırken “savaş” değil, “vatan müdafaası ilanı” deyimi kullanılmıştır. 1920 yıllarının yoksul Ankara’sında toplanan, rahmetli Hocamız Tarık Z. Tunaya’nın deyimiyle bu “Kahraman Meclis” M. Kemal Paşa’nın başkanlığında dünyaya, böylece, bir hukuk dersi vermiş oluyordu. TBMM, savaşı ancak, Türk ulusunun varlığını ortadan kaldırmaya kalkışan ve yurdu işgal eden yabancı güçlere karşı “vatan müdafaası” amacıyla başvurulacak bir yöntem olarak kabul etmişti.
Savaşın, hukuk dışı sayılması konusunda bazı başka girişimler de görülmüştür ama bu ilke, Birleşmiş Milletler Anayasası ile 1948 yılında “evrensel” düzeyde kabul edilmiştir. BM Anayasası, uluslararası uyuşmazlıkların çözümü için kuvvet kullanılmasını (giderek bu yolda tehdide başvurulmasını) yasaklamaktadır; bu yasak ancak “meşru savunma” halinde ortadan kalkar. BM’nin kurulmasından bu yana bir “üçüncü” Dünya Savaşı çıkmış değilse de, irili ufaklı savaşlar sürüp gidiyor. Savaşı bütünüyle ortadan kaldırma amacına ulaşmak şimdilik olanaksız göründüğüne göre, savaş sırasında uyulması gereken kuralların önemi artmaktadır.
Savaşta ‘suç’ sayılan eylemler
Savaşta uyulması gereken birtakım kuralların varlığı, çok eski tarihlerden beri bilinmektedir. Ancak, yapılagelişe (teamüle) dayanan bu kuralların “insancıl” amaçlı olduğu pek söylenemez. Örneğin, tutsak (esir) alınanların öldürülmemesinde, karşı taraftan kurtulmalık (fidye) istenmesi; esirlerin köle (forsa) olarak kullanılması gibi amaçların da rolü vardır.
1899 ve 1907 yıllarında Lahey’de toplanan konferanslarda, savaşta uyulması gereken kurallar ilk kez geniş kapsamlı uluslararası sözleşmelere konu olmuştur. Bu alanda kurulan ve “savaş suçu” işledikleri savıyla Nazi Almanyası’nın ve Japonya’nın üst düzey sorumlularını yargılayan ve cezalandıran ilk mahkemeler 1945 yılında Nürnberg’de ve 1946 yılı başında, Tokyo’da kurulmuştur.
Ancak, sanıkların “suçlu” oldukları konusundaki yaygın ve haklı inanca karşın, galip devletlerin oluşturduğu bu askeri mahkemeleri hukuk açısından savunmak olanaklı değildir.
Başlıca eleştiri konusu, bu mahkemelerin, zaman içinde “suç sayılan eylemler”den sonra kurulmuş olmasıdır. Bununla birlikte, savaş sırasında bile başvurulmaması gereken eylemler olduğu, bunların “savaş suçu” oluşturduğu açıkça kabul edilmiştir. Bu mahkemeler, daha sonra kurulacak eski Yugoslavya ve Ruanda Savaş Suçları Mahkemelerine temel oluşturmuşlardır.
1949 yılında kabul edilen Cenevre Sözleşmeleri ile kara ve deniz savaşlarında yaralı ve hastalarla, savaş tutsakları ile ve sivil kişilerin korunmasıyla ilgili kurallar getirilmiştir.
Günümüzde bu alanda en büyük başarı, “Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin” (Divanının) kurulmasıdır. Mahkemenin kurulmasını sağlamak üzere, 1998 yılında imzalanan Roma Sözleşmesi, 100’den fazla devletçe onaylanmış ve mahkeme fiilen oluşturulmuştur. Ancak, başlangıçta bu girişime destek veren ABD’nin daha sonra görüş değiştirmesi ve sözleşmeyi engellemeye çalışması güçlükler yaratmıştır.
Uluslararası Adalet Divanı 1996 yılında verdiği bir danışma görüşüyle, nükleer silahların kullanımının “yasadışı” sayılması gerektiğini bildirmiştir. Ancak, nükleer bir savaştan sonra sağ kalanların içine düşeceği olağanüstü büyüklükteki çevre felaketleri karşısında, bu silahların kullanılmasından sorumlu olanları yargılayacak bir mahkemenin oluşturulması bir hayaldir. Bu da, insanlık açısından traji-komik bir durumdur.
Türkiye’nin durumu
Savaş suçu işledikleri savıyla kişileri yargılayacak Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin yetkisi, yargılanacak kişiler bakımından da, yer bakımından da taraf devletlerle sınırlıdır.
Örneğin, son haftalarda Gazze’de “savaş suçu” sayılan eylemlerde bulunduğu konusunda ciddi savlar öne sürülen İsrail ve Irak’taki işgal eylemleri nedeniyle ABD askeri ve sivil yetkililerinin bu mahkemede yargılanmaları, bu devletlerin sözleşmeye taraf olmamaları nedeniyle olanaksızdır.
Türkiye, Roma Konferansı’ndaki oylamada, terör suçlarının kapsam dışı kalması nedeniyle olumlu oy kullanmadığı sözleşmeyi onaylamadı. Ama anayasadaki “Vatandaş, suç sebebiyle yabancı ülkeye verilemez” hükmüne, 2004 yılında “Uluslararası Ceza Divanı’na taraf olmanın gerektirdiği yükümlülükler hariç olmak üzere” ibaresi eklendi. Bu değişiklik, ciddi bir incelemenin sonucu gibi değil de, gereksiz ve özensiz bir tutumun sonucu gibi görünüyor.
Özensizlik, anlatıma da yansımış: “Uluslararası Ceza Divanı’na taraf olmak” deyimi pek anlamlı değil. İlgili “Sözleşmeye” taraf olmak denilmeliydi. Kaldı ki Türkiye, sözleşmeye 2004 yılında da günümüzde de taraf olmuş değildir; dolayısıyla, bir Türk’ün Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde yargılanmak üzere “verilmesi” söz konusu değildir.
Ancak, ciddi savlar varsa, “savaş suçu” oluşturan eylemlerle ilgili olarak Türk mahkemeleri kendi iç hukumuz uyarınca, elbette yargılama yapar.
Prof. Dr. Rona AYBAY

En Çok Okunan Haberler
-
Zorlu Holding CEO'su Cem Köksal gözaltına alındı
-
Zorlu Holding CEO'su Cem Köksal hakkında soruşturma!
-
Cübbeli Ahmet'ten 'çakarlı araç' savunması
-
Erdoğan şehit ailelerine seslendi
-
'İmralı' sürecinde amaç açığa çıktı!
-
ABD'de aşağılanan Zelenski aradığını orada buldu
-
İftar için horoz kesmek istedi: Kan kaybından öldü
-
Erdoğan'ın diploması nerede?
-
Dilan Polat: 'Yaşamak istemiyorum'
-
Teğmenlere sahip çıkan bir general daha istifa etti!