Sendikasız Demokrasi Olmuyor...
Yaptırım gücü bulunan sendikalar olmadan hiçbir ülkede gerçek demokrasi uygulanamaz. Sadece bu açıdan bakıldığında, Türkiye’nin demokrasiye olan mesafesinin ne kadar olduğu görülecektir.
Uzun bir süre Avrupa’da yaşamak, Türkiye’deki sendikal hareketin takibini ve sağlam bir yorumunu zorlaştırıyor. Türkiye’de sendikalar denince Avrupa kamuoyunda çoğu zaman yasaklar, siyasi tutuklamalar, militan bir azınlığın hareketi veya “sarı sendikacılık” akla geliyor. Yüzeysel de olsa bu yazımla bazı sorulara cevap bulmaya çalışacağım.
Yıl 1925: Çiçeği burnunda Türkiye Cumhuriyeti’nde “Takrir-i Sükun Yasası” tartışılıyor. Amaç: Doğu’daki “Kürt Ayaklanmaları”nı bastırmak. Yasanın bir diğer hareket noktası ise sınıf temelinde ve siyasal bakımdan örgütlenmeyi yasaklamak. Öyle ya, madem o zamanın ortamında Türk toplumu “sınıfsız toplum” olarak tanımlanmış, sosyal sınıfları olmayan bir toplumda sendikalar gibi işçi örgütleri niçin olsun? Mustafa Kemal, daha Cumhuriyet’in kurulduğu 1923’te, İzmir İktisat Kongresi’nde, ekonomik yol haritasının çizimi için ilk adımı atmış. Fakat bu kongreye işçiler adına katılan tek kesim var, o da “Umum Amele Birliği”.
Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde durum vahim o günlerde. Kurtuluş Savaşı’nın yankıları halen tüm ülkeye hâkim. Nüfus 13.5 milyon. Tarım yerle bir. Öküzlerinden birini Kurtuluş Savaşı’na verdiği için kimi çiftçi tarlada kendini tek öküzün yanına koşuyor karasabana. Dağlık bölgelerde yaşayan insanlarımız otla karınlarını doyuruyorlar birçok yerde. Bulurlarsa koyun, keçi, inek besliyorlar süt için. Bulurlarsa yılda bir kez et yiyorlar, o da Kurban Bayramı’nda. Doğu’da bazı köylerin dışarıyla irtibatının bütün kış boyunca, aylarca kesildiği oluyor. Okuma yazma bilmeyenlerin oranı yüzde 90! Ülkenin büyük bölümünde yol, su, elektrik yok. Sanayi denince akla gelen bir şey de yok. En yaygın “sanayi” belki de kadınlarımızın evlerde gece gündüz el emeği göz nuru ile işledikleri halı, kilimler ve el işleri. Osmanlı döneminde harp sanayii varmış bir de, zaten “sanayi” dendiğinde akla ilk gelen de bu o zamanlar. Sanayinin olmadığı yerde işçi hareketi gelişemez. 1908 yılında ilk kez Osmanlı’nın harp sanayiinde işçiler ciddi bir biçimde kıpırdanmışlar. Daha önceleri, 1871’de, ‘İstanbul Ameleperver Cemiyeti’ kurulmuş ve 1874’te ilk defa tersane işçileri ayaklanmış, ama etkinlikleri yankısız kalmış. Çok geçmeden, 1909’da, Meşrutiyet’in kuruluşuyla birlikte, Osmanlı’nın “Tatil-i Eşgal Hakkında Kanun-i Muvakkat”ı, yani sendikalaşmayı ve grevi yasaklayan kanunu, sendikal harekete ilk büyük darbesini indirmiş bile.
Dünyanın diğer ülkelerinde, özellikle Avrupa’da, 18’inci yüzyıldan itibaren, bilim ve teknolojinin üretime doğrudan aktarılması sonunda bir “sanayi devrimi” gerçekleşmiş. Başta İngiltere olmak üzere Avrupa ülkelerinde işçiler -ne ilginçtir ki, kendilerini tutsak eden tekelci sermayenin ve onun siyasal gücünün zorlamaları sonucu- kısa bir sürede sendikalarda örgütlenmişler. Hatta bu örgütlenmeyi dünya standartlarına oturtmaya çabalamışlar. “Dünyanın tüm emekçileri birleşin!” gibi sade bir cümleyle birlik ve dirlik olmak özlemini dile getirmişler. Bu cümlenin gerçekte halen bir özlem olarak kaldığını ve sanayi ülkelerinin çoğunda işçi hareketinin milli sınırları aşamadığını burada belirtmek gerekir. “Yaşasın uluslararası dayanışma!” gibi sloganlar, duyulmayacak kadar cılız bir sesten ibarettir; çünkü birkaç Avrupa ve uluslararası içi boş çerçeve sendikal üst örgüt dışında en güçlü Avrupa sendikaları bile milliyetçi zihniyete saplanmış kalmış gibi görünmektedirler.
Anadolu’ya dönelim: 1919-1922 emperyalist güçlerin hasta adam Osmanlı’ya son darbesini indirmeye hazırlandığı, İstanbul’un İngilizlerin pis çizmeleri altında ezildiği yıllar. Halkın çok ağır koşullarda kurtuluş için savaştığı yıllar ayrıca. Grevi ve sendikalaşmayı yasaklayan kanuna rağmen başta öğretmenler olmak üzere birçok meslek grubu, örneğin tramvaycılar, İstanbul’da daha İngiliz işgali sırasında ayağa kalkmışlar. Bu dönemden sonra da adına ne derse densin ve ne kadar devlet-hükümet denetiminde olursa olsun, memur statüsündeki işçilere varıncaya denk tüm emekçiler çeşitli cemiyet ve kooperatifler kurarak sendikasız kalınan süreleri aşmaya çabalamışlar. Ama işçi hareketinin yasaklanması ne Osmanlı’da ne mücadele yıllarında ve ne de Cumhuriyet döneminde son bulmuş: Türkiye’de bağımsız işçi örgütlerine karşı yasakçı tavır 1871’de başlamış, 1938’de “Cemiyetler Kanunu” ile devam etmiş ve sınıf esasına dayalı örgütlerin kurulması 1946 yılına kadar sistemli bir biçimde engellenmiş. İşte bu yasakçı zihniyet günümüzde bile hemen aynı şiddetle korunmaktadır.
Bağımsız sendikacılık mı güdümlü sendikacılık mı?
Türkiye’de tam bağımsız örgütlenmelerin önü açılacağı sırada, 1947’de “Sendikalar Kanunu” çıkarılır. Bu kanunun çıkarılmasında başrolü Amerika ve Amerikancı siyasetçiler oynar. Amaç, yine işçilerin özgür ve bağımsız sendikalarda örgütlenmesini engellemektir. Toplusözleşme imkânı bile verilmeyen, grev hakkı olmayan, dişsiz, tırnaksız bir kaplandır Türkiye işçi hareketi. Hem devlet, hem iç ve dış sermaye grupları hem de onların siyasi temsilciliğini yapan önemli hükümet temsilcileri, sendikaların etkisiz kalmasını günümüze kadar isteyeceklerdir.
Türkiye’nin sanayileşme süreci kendine özgüdür ve Avrupa’daki sanayi devriminden epey farklıdır. Türkiye’de sanayileşme ile şehirlileşme birbirini en fazla etkilemiş iki gelişme sürecidir. Köyden şehire göç arttıkça, bu kentleşmenin gerektirdiği ölçüde sanayileşme; sanayileşme arttıkça da köyden şehire göç artmıştır. Başta en fazla memur ve işçi çalıştıran ana şirket aslında “Devlet Baba”, özellikle onun silah sanayisi ve tüm kurum ve kuruluşlarıdır. Özel sektörde gelişme yavaş olmuş ve umumiyetle küçük ve orta boy işletmeler halinde örgütlenmiştir. Sonraları devasa birkaç şirket ortaya çıkacaktır. Günümüzde ise Türkiye’deki büyük işletmelerin çoğu dış kökenlidir. (Bkz. Nafiz Özbek, Türkiye’de Alman Sermayesi, Cumhuriyet, 06.06.2009)
İşte memurlar, işçiler, onların sendikaları ve konfederasyonları, bu gelişmeler içinde 1952 yılında Türk-İş’i kurmuşlar. Model: Amerikan sendikacılığı! İşçilere grev ve toplusözleşme hakkını tanıyan tek TC Anayasası, 1961 yılındaki... Fakat bu hakkın fiilen kullanılmasını engellemek için sermaye, devlet ve hükümet yanlısı kişiler, Türk-İş’i kurulduğu yıllardan itibaren etkilemeye başlamış ve hayli başarılı olmuşlar. İşçi ile patron arasındaki uzlaşmaz çelişkiden hareketle ilk defa 1963 yılında 274 ve 275 nolu “Sendikalar Yasası” ile “Toplusözleşme, Grev ve Lokavtı Düzenleyen Yasa” yapılmış. Her parlamentodan çıkan yasa, toplumdaki güç dengesinin bir aynasıdır. Bu zamana değin çok az yasa gerçekten halkın çıkarlarını, ama çoğu egemenlerin istemlerini gözetmiştir.
Yasaların kısmen verdiği olanakları yoklayan, yeterli bulmayan, hakların genişletilmesini ve sendikal harekete siyasi sol içerik vermek isteyen birçok sendikacı, Türk-İş’in içinde bulunduğu durumu salt kınamakla kalmamış, ondan koparak 1967 yılında DİSK’i kurmuşlar. Ve işte bu yıldan itibaren zaten var olan baskı mekanizması Türkiye’de işçi hareketi üzerinde aralıksız işler hale getirilmiştir. Bu baskı, ta ki 80’li yılların başında cuntacı generallerin DİSK’in ve ona bağlı sendikaların üzerine tankları sürdürüp, mallarına el koyup, yöneticilerini zindanlara doldurduğunda ilk doruk noktasına ulaşacaktır. Farklı yöntemlerle de olsa en az DİSK kadar baskıya maruz kalan bir diğer emek kuruluşu da, yine günümüze kadar, kamu emekçilerinin sendika konfederasyonu olan KESK’tir. Bu federasyonumuzun tarihini incelemek Türkiye’deki gerçek baskı unsurlarını kavramak için hayli öğreticidir.
İşçilerin birlik olması gerçekte Türkiye’de en önemli kesimlere, sermayecilere ve onların siyasi temsilcilerine bir kâbus gibi gelmektedir. Bu nedenledir ki sermayeciler ve temsilcileri yasal sınırların yanı sıra bir de bölücü karşıt örgütlenmeler yaratmışlardır: POL-BİR, Akıncı Memurlar, Ülkücü Kamu İşçileri, Milliyetçi İşçi Sendikaları Konfederasyonu (MİSK) bunlardan sadece birkaçıdır. Ayrıca bir de örneğin Memur-Sen gibi köktendinci örgütlenmeler desteklenmiştir. 1976 yılında da Sünni din kurumlarına yakınlığıyla bilinen Hak-İş kurulmuştur. İstenen halen Osmanlı’nın “kapıkulu zihniyeti”ni korumak, gerçek birliği bozguna uğratmaktır. Böylesi bozgunlara kendini alet edenlerin içinde namı belli sendikacılar da vardır. Bu da yetmiyormuş gibi, işçi hareketini birleştirmeye değil, daha fazla bölmeye yönelik siyasi nitelikli sendikal örgütlenmeler (70’li yıllarda 700’e yakın “sendika” bulunuyordu), Türkiye’deki gerçek emek gücünün etkisiz hale getirilmesi için başrolü oynamıştır. Buna gelmiş geçmiş bazı sendika liderlerinin köklü hatalarını ve kişisel ihtiraslarını da eklemek gerekir.
Diğer yanda: Dünyada eşine rastlanmayan yasal ve siyasal engellerin karşısına dikilmesine rağmen, Türkiye’deki kararlı işçiler, sanayi devriminin çocuğu olan Batı’daki birçok işçi hareketine ders olacak nitelikte mücadele örnekleri ortaya koymuşlardır: 1969 Genel Öğretmen Boykotu, 1971 TÖB-DER ve benzeri örgütlenmeler, 1989 “Bahar Eylemleri”, 1974 15-16 Haziran yürüyüşleri, birinci, ikinci, üçüncü Ankara yürüyüşleri, madencilerin Ankara yürüyüşü, açlık grevleri, iş bırakma eylemleri ve burada sayılamayacak daha birçok etkinlikler, Türkiye’de ne kadar kararlı bir işçi hareketinin olduğunu göstermeye yeterlidir. Karşı taraflarda korku yaratan da zaten budur. Ama korkunun ecele faydası yoktur ve umarız hele de gelecek sürede olmayacaktır.
Yaptırım gücü bulunan sendikalar olmadan hiçbir ülkede gerçek demokrasi uygulanamaz. Sadece bu açıdan bakıldığında, Türkiye’nin demokrasiye olan mesafesinin ne kadar olduğu görülecektir. Bu nedenledir ki, medeniyet içinde yer almak isteyen her ülke, devlet, hükümet ya da toplum, bağımlı çalışan emekçilerin özgürce ve özgür kurulan bağımsız sendikalarda örgütlenmesini sağlamak zorundadır. Kaldı ki Türkiye zaman zaman sanayisi, kamu ve özel hizmetleri epey ilerlemiş G20 ülkelerinden biri sayılmaktadır. Kapitalist ekonominin boy attığı yerde mutlak haklara saldırı söz konusudur. Sömürünün ve hak saldırılarının olduğu her yerde ise bağımsız sendikalar sahneye çıkar. İşte Türkiye’deki egemenler bugüne kadar bağımsız sendikaların oluşmasını yasal ve siyasal bakımdan engellemeye çabalamaktadırlar. Yasal engellerin kaldırılması ilk şarttır. Buysa hiçbir kapitalist kuruluştan veya onun siyasi yönetiminden beklenemez.
Burada iş yine emekçilerin kendilerine düşmektedir.
Nafiz ÖZBEK IG Metall Sendikası
En Çok Okunan Haberler
- Rus basını yazdı: Esad ailesini Rusya'da neler bekliyor?
- Yeni Ortadoğu projesi eşbaşkanı
- Esad'a ikinci darbe
- İmamoğlu'ndan Erdoğan'a sert çıkış!
- ‘Yumurtacı müdire’ soruşturması
- Çanakkale'de korkutan deprem!
- Naci Görür'den korkutan uyarı
- Türkiye'nin 'konumu' hakkında açıklama
- Kurum, şişeyi elinin tersiyle fırlattı
- 6 asker şehit olmuştu