Tarihler, Takvimler ve Yeni Yıllar...
Tarih ve takvim, zaman ve mekân günlük hayatta bize bildik gelen sıradan kavramlardır. Bugünlerde 2010 yılını bırakıp 2011 yılına giriyoruz. Nasıl biliyoruz? Takvim yaprakları söylüyor. Tarihçiler öyle yazmış ya da kilise büyükleri öyle yazdırmışlar. Hz. İsa’nın doğumundan bu yana 2010 yıl geçmiş. Hıristiyan kiliseleri Tarsuslu Aziz Paul’ün düştüğü tarihe inanmışlar. Hıristiyan olmayanlar da, yapan ve yazan “Batı” dünyasına uymuş. Hz. peygamberimizin Mekke’den Medine’ye geçtiği yılla başlayan Hicri bir takvim de vardır. Takvim yapmak dışında olaylara tarih de düşeriz. Tanzimat’ın “Bir iki, iki delik” (Arap rakamlarıyla 1255) Abdül Mecid oldu Melik” dizesi ne güzeldir. Tarihlerimizin ve zaman-mekân bilgilerimizin kaynağı olan takvimleri insanlar yapar ve uygular.
Tarihin ve takvim bilgisinin nesnel / evrensel bir başlangıcı var mı? Belki vardır ama pek bilemiyoruz. Sözgelişi, dünya acaba ne zaman yaratıldı? İrlandalı Başpiskopos Ussher, 1650 yılında kutsal kitaplardaki olayları inceleyerek hesaplamış: Hz. İsa’nın doğumundan önce, 4004 yılında. Yani günümüzden (4004 + 2010=) 6014 yıl önce. “Işık yılı” olarak da bilinen bu tarih, Tanrı Baba’nın “ışık olsun” buyurduğu andır. Tek kanıtım erken öğrencilik yıllarımdan hatırladığım “4004” marka mavi mürekkepti. Belki sorar, ama tabii bilemezdim Milat’tan önceki “Işık Yılı” olduğunu.
Geographic kanalının yaratılış belgesellerinde, evrendeki ilk ışık 13-14 milyar yıl öncesine tarihleniyor.
Dünyamız 4.5 milyar, hayvanlar âlemi 600 milyon, tarım devrimi 10 bin, Meşrutiyet 100, Cumhuriyet 90, demokrasi 50 yaşında. Varlık tarihimizi hangisinden başlatalım? Güneşin, gezegenlerin, evrenin tarihi kuşkusuz bilimin konusu; ama “zaman” kavramı insan icadı.
Olup bitenlerin zihnimizdeki süresine ve sırasına “zaman” deyip geçmişiz ama bilemiyoruz. Binlerce yıllık deneme ve yanılmalardan sonra Einstein zaman-mekân ayrımına son verdi. Birbirinden bağımsız zaman ve mekân yok, “ZamanMekân” var, dedi. Zaman, mekânın dördüncü boyutu oldu. Sosyalbilimci Moore, bizler için, şöyle çözdü bulmacayı:
“Zaman yoksa mekânda değişim olmaz,
değişim yoksa zamanı kavrayamayız!”
Saatler zamanı değil, akrep ile yelkovanın hareketlerini gösterir. Biz çıkarırız günün neresinde olduğumuzu. Penceresiz bir odada bilemeyiz gece mi gündüz mü olduğunu!
Zaman, beş duyumuzla doğrudan algılayamadığımız bir değişim sürecidir. Mekâna egemen olamayan insan -yüzüklerin değil- zamanın efendisidir. Bilim ne derse desin, insanlar takvimler yapar, tarihler yazar, zamanla oynar, dünyayı değiştirmeye çalışır. Seçtiği milat (başlangıç) dünya görüşünü (kişiliğini/kaderini) yansıtır. Gelip geçen günlere ve yıllara bir çentik atınca, tarihin tik takı işlemeye başlar.
Dünya uygarlığından korunmaya çalışan Japonlar, Tanrı-imparatorun tahta çıkışına yeni bir ad verir ve yılları saymaya başlar. İnsan, çok bunaldığında bilinemeyen geleceğe ya da dönülemeyen geçmişe sığınır.
Kültür tarihi nereden, nasıl geldiğini söyler; yarın ne yapacağına insan kendi karar verir; ama, sorumluluğu tarihe yükler. Değişimin sorunları, tarih felsefesinin çıkmazları yeni yılların gizemi hep burada düğümlenir. Yeni yıllar yeni şeyler getirmez, aslında vaat etmez de; biz insanlar bağlarız her şeyleri birbirine, dilimizle -umutla, kaygıyla ve korkuyla.
Yeni yıl, sahnesi dünya olan, perdesi hiç inmeyen bir tiyatrodur. Yazarı, oyuncusu, seyircisi insandır. Oyunun kaçıncı kez sahneye konduğu belki söylendiğince önemli değildir.
Gök kubbe altında söylenmemiş söz olmadığını bilen Mevlana, “Şimdi yeni şeyler söylemek lazım” der. Yeni yıllar, yeni şeyler söylemek, yapmak için bir umut ve çağrıdır; ama her yeni her zaman yeni ya da kalıcı değildir. Sözler verilir, ödüller, adaklar adanır; ama değişim kolay olmaz. Zamanın döngüselliği değişemeyen insanı gizler. Yeniler yaşlanır, unutulur; gelecek yıl yenisi gelir. En iyisine ömür yetmez. Gençler umutlarını sürdürür. Umut da olmasa dünyanın ağır yüküne, değişimin hızına / ivmesine nasıl dayanırdı insan?
Bir mola verildiğinde nereden gelip nereye gittiğini sorar: “Bu serüvenin üstel bir amacı, anlamı var mıdır?” Türünü sürdürmek için doğmak, yaşamak ve ölmek döngüsü dışında? Aslında yaşarken öldüren yabanıl türlerin en başında gelir insan. Zevk ve keyif, şan şöhret ve kahramanlık için ölür ya da öldürür. Ne var ki ölmek ve öldürmek kolaydır. Bir düğmeye basıp tetik çekilerek hedefe ulaşılır.
Asıl güç olan yaşamak ve yaşatmaktır. Onun sırrı ise henüz bulunamamıştır. Ömer Hayyam’da bir dörtlük ya da iki kadeh bazen yardımcı olabilir. Sevincimizi yansıtan toplulukların amacı paylaşmak, yorgun ve yılgın dostlarımızı yaşamaya özendirmektir. Olmak ve ölmek kişisel deneyimlerdir. Yılboyunca yaşamın toplumsal gizemini arayın, yaşayın ve yaşatın -yalnız yılbaşında değil. Viyana konserini de kaçırmayın.
Yeni yılınız gönlünüzce kutlu ve mutlu olsun.
En Çok Okunan Haberler
- Suriye'yi nasıl terk ettiğinin ayrıntıları ortaya çıktı!
- Petlas'tan o yönetici hakkında açıklama
- Nevşin Mengü hakkında karar
- 3 zincir market şubesi mühürlendi
- Eski futbolcu yeni cumhurbaşkanı oldu
- Colani'den İsrail hakkında ilk açıklama
- Geri dönüş gerçekten 'akın akın' mı?
- Fidan'dan 'Suriye Kürtleri' ve 'İsrail' açıklaması
- AKP’nin tabutu CHP sıralarına kondu
- MHP'den 'asgari ücret' önerisi