Toplama Kampı: Silivri

Balbay: Tutukluluğun bir yılı aşmasının ardından Silivri'yi bütün yönleriyle yazmanın kaçınılmaz olduğunu düşündüm. Bizim, herkesin malumudur diye baktığımız konularda bile kamuoyu bilgisiz.

Toplama Kampı: Silivri
Abone Ol google-news
Yayınlanma: 04.11.2010 - 08:46

Ö: Gelelim senin son kitaba... Bütün yönleriyle Silivri’yi ele aldın. Biz de yazış sürecine sol el-sağ el tanık olduk.

B: Tutukluluğun bir yılı aşmasının ardından Silivri’yi bütün yönleriyle yazmanın kaçınılmaz olduğunu düşündüm. Bizim herkesin malumudur diye baktığımız konularda bile kamuoyu bilgisiz. Sadece kendi savunmamı yazmanın da hem sorumluluğu tam olarak yerine getirmemek hem de bencillik olacağını düşündüm...

Ö: Okur kitabı hangi adla arayacak, adı ne? Kapağı ne oldu?

B: Ad için kafamda birkaç seçenek vardı ama, Silivri Hapishanesi’ne ilk getirildiğim gündeki çağrışımda karar kıldım. Biliyorsun İkinci Dünya Savaşı’nın en vahşi yaşandığı yerlerden biri toplama kamplarıydı. Bu kampların da en ünlüsü Polonya sınırları içindeki Auschwitz Kampı idi. O gün sıra sıra hapishane duvarları, ufku kapatan tel örgüler, dev kapılar, dört bir yandaki gözetleme kuleleri, gece ışıldakları bende ilk Auschwitz’i çağrıştırdı. O yüzden kitabın adını Silivri Toplama Kampı koydum.

Ö: Seni de Metris’ten buraya getirdiler değil mi? Orada kaç gün kaldın? Orası böyle bir izlenim vermiyor insana, sen söyleyince Almanya’da gezdiğim toplama kampları geldi gözümün önüne... Silivri tıpkı onlar; Metris daha hapishane, bizden...

B: Evet. Metris’ten 6 gün kaldıktan sonra Silivri’ye getirildim. Biliyorsun burası yüksek güvenlikli cezaevi diye geçiyor. O yüksek güvenlik gerçekten burayı savaş dönemlerinin toplama kampına benzer bir havaya büründürüyor.

‘50 saat sorguda kaldım’

Ö: Metris’te 17 gün tecritte tuttular bizi. Farelerden nefret ederim.

İlk gece 50 saat sorgudan sonra tecrit hücresinde ranzanın üstünde sızmışım. Bir şapırtıya uyandım.

Gece yemek bırakmışlar, duymamışım. Gözümü açtığımda kapının önünde benim yemeği yiyen lağım faresiyle göz göze geldik. O bana üç gün arkadaşlık etti. Yemekleri o yedi, ben seyrettim. 5 litrelik sular verilince tuvaletin deliğini kapattım, onun misafirliğini bitirdim. İlk temiz suyu da o zaman içtim. Sen burada aylarca yalnız kaldın, tecritte tutuldun. Biz ulaşamadık, seni bizim koğuşa vermediler. O günler nasıl geçti?

B: Yalnızlık Allah’a mahsus derler ya, gerçekten öyle. İlk kez hapis hayatını yaşamanın üstüne bir de yalnızlık gelince insan kendini dünyanın da çok uzağında hissedebiliyor. Kitapla bunları da olabildiğince açık yüreklilikle paylaşmaya çalıştım.

Ö: Metris’te bizi bir avluya çıkardılar. Önceleri kavrayamadım, hiç kuş yok. 16 adıma 6 adım. Kafamı kaldırıp iyice baktığımda avlunun üstünün çelik ince bir ağla kaplı olduğunu gördüm. İsyan ettim, gökyüzünü nasıl yasaklarsınız dedim; müdür yardımcısı geldi. Sizi helikopterle kaçıracaklarına dair ihbar var, o yüzden bu avluya çıkacaksınız, dedi. Seni Silivri’nin top sahasında gökyüzü ile kavga ederken görünce aklıma o an geldi.

B: Topu havaya vurup hemen geri döndüğünde, yeniden sertçe vurduğum anları mı söylüyorsun?

Ö: Evet, evet... (gülerek) otlarla konuştuğunu değil, o anı kastediyorum...

B: Haftada 50 dakikalık spor sahası hakkı için ilk çıktığımda gökyüzünü daha geniş görebileceğim diye sevinmiştim. Ama tel örgü ile kaplı olduğunu görünce gerçekten hüzünlenmiştim. Sonraki her gidişte ara ara da olsa gözümü o tellere dikmeden edemedim...

Ö: Kitabının son okumasını hep beraber yaptığımız için öyküleri biliyorum. Ama sormadan geçmeyeceğim bir şey var; aşçılık yeteneği nereden geliyor? Özel yemeğin bulgur aşının tarifini halkımıza da versene...

B: 1995’te sırt çantasıyla Çin’i gezmiştim. Şian kentinin en güzel ve özel yemeği diye içinde pek çok şeyin olduğu bir tepsi getirdiler. Öyküye göre, imparator Şian’a gelince özel yemek hazırlamak istemişler. Kent de fakirmiş, her evde ne varsa toplamışlar, bir araya getirip yemek yapmışlar... Doğrusu bizim koğuşun bulgur aşını hazırlarken aklıma ilk gelenlerden biri de bu oldu...

Ö: Ateş yok, ocak yok, nasıl ısınır, nasıl pişer, kaç saatte pişer? Eski Türk filmlerini seyreden herkes 40-50 kişilik cezaevi koğuşları, ocaklar üzerinde kaynayan tencereleri düşünüyor. Şimdi üç kişiden fazla kalmak yasak. Tencere yok, gelenle yetinilecek; o bulgur aşı nasıl ortaya çıkıyor, onu anlatsana...

B: Diyorsun ki tarif verelim... Burada koğuşlara çay yapmak için semaver veriyorlar. Semaverin çaydanlık kapağını kaldırınca, al sana buhar... Koca treni hareket ettiren buhar, bulguru mu pişirmeyecek? Karavana kapları 20’ye 30 santim boyunda... Kantinden domates biber, maydanoz, marul gibi temel malzemeleri aldırtıyoruz. Önce domates ve biber ince ince doğranıp karavanaya konur... O buharda pişerken spor yapılır... Birinci saat, daha nazik sebze olan semizotu doğranıp konur, ondan biraz sonra maydanoz... Bundan sonra o gün gelen öğle ve akşam yemeklerine bağlı. Diyelim öğleyin taze fasulye, akşam etli patates geldi. Katı yağ kullanıldığından yağları süzülür, malzemeleri yıkanır, karavanaya konur. Buzdolabında bir gün önceki yemeğin iyi malzemeleri de saklandığı için, oradan bezelye, havuç ve nohut ayıklanır, bulgura konur.. yemek hizasında su eklenir.

Ö: Ama eksik var... Mazgaldan yemek alınış törenini unuttun... Langur lungur, kırmızı bulgur, vatan yahut nohut...

B: Tabii yemek dağıtanlarla demir kapının mazgal denilen 15 santimlik boşluğundan konuşuyoruz. Onlar yemekte ne olduğunu söyleyince, ben de uyaklı bir karşılık veriyorum. Bulgurunki, langur lungur kırmızı bulgur; patatesinki, bu akşam patates doyacak herkes... Bir gün yemek almayınca bozuldular, “Abi be yemek almasan da manimizi söyle” dediler... Dur ben bir yemeğe bakayım...

Ö: Bizim koğuşun aşçısı Mustafa, bulaşıkçısı benim... Beni kandırmak için memleketi de böyle temizlersin diye gaza getirdiler...
 

Özkan: Buranın en acı yanı tecrit

Ö: Buranın en acı yanı tecrit...

Birbirimizden başka hiç kimseyi görmeden, hiçbir sosyal etkinliğe çıkarılmadan günleri geçiriyoruz. Senin kitabın yaşadıklarımızın insani boyutlarının ele alındığı ilk kitap, herkese okumasını tavsiye ediyorum. Çünkü tarihin tanığı olacaklar. Hepimizin öyküsü var o kitapta...

B: Aslında Ergenekon kitapları ayrıca ele alınması gereken bir konu. Ben kitapta bunu da işledim. Bu davada bizler kitaplı saldırılara da uğradık. İddianamede olmayan yalanlarla dolu kitaplar çıktı. Onlara yanıt olarak sen, Doğu Perinçek, Oktay Yıldırım, Vedat Yenerer, Enis Gürcihan kitaplar yazdılar...

Ö: Biz olayın belgesel boyutunu ele aldık. Örneğin ben ‘Danıştay Cinayeti Cumhuriyet’e Saldırı’, ‘Tuncay Güney ve Ergenekon Çook Gizli Örgüt Nasıl Kurulur’ başlıklarıyla “Ergenekon kitaplığı” klişesiyle üç kitap yazdım. Ama orada günlük yaşamımızı anlatmadım. Belgelerle bu davanın ne olduğunu, ne olmadığını anlatmaya çalıştım. Senin kitabında yaşamöykülerimiz de var... Aslında buralarda anlatacak çok şey var ama her şeye soruşturma açılıyor... Örneğin fotoğrafta bir düzine kadar kitap görünüyor; niye üçten fazla diye soruşturma açılıyor... Burada ışıkların kapatılması yasak, çünkü kameralar 24 saat çekim yapacak. Zarfı kapalı mektup almak, mektup göndermek yasak; daktilo, bilgisayar yasak, yan koğuşla konuşmak yasak, çiçek yasak, saksı, toprak yasak. Ağaç yok. Dal yok; dal yasak... Senin kitaplarını da topladılar değil mi?

B: Evet... Bir gazetede Silivri’deki öteki koğuşlarda bizlerin, senin, benim, Doğu Perinçek’in yazdığı kitapların olduğuna ilişkin haber çıkmış. Ertesi gün koğuşlar basıldı, kitaplar toplandı. Ondan sonra yazdığımız kitaplardan birden fazla getirtmemiz yasaklandı.

Ö: Bize uygulanan her şeyin Ankara kaynaklı olduğunu biliyoruz. Ama bir şeyi söylemeden geçemeyeceğim. Sadece biz değil, ben yaşayarak görüyorum, çalışanlar da zulüm altında. İşkence yok diyorlar; elektrik vermeyi, falakayı kastediyorlar herhalde. Onlardan daha ağır modern zaman zulümleri var. Onları da anlatacak zamanlar var.

B: Zamanlar var dedin, burada noktayı koyalım. İnsanları sıkmayalım, çok üzmeyelim. Son sözlerimizi söyleyelim...

Ö: Ne biz ne de memleket sahipsiz. Sarmaşık gibi aşk içindeyiz. Zindanda olsak da memleketin bağrındayız. Bağrımız memleket. Karanlığın üzerine güneş gibi doğacağımız zamanlar yakın...

B: Söylediklerine katılıyorum.

Ben de A. Kadir’in yenileştirdiği, kitaba da koyduğum Mevlana’nın “Hapisteler Ama” başlıklı şiiriyle noktayı koyuyorum:

Diken içindeler,

ama gül gibiler.

Hapisteler,

ama şarap gibiler.

Balçık içindeler,

ama gönül gibiler.

Gece içindeler,

ama sabah gibiler...
         
 
 


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler