Ezber bozan bir yazar; Olga Tokarczuk!

Nobel Edebiyat Ödüllü Olga Tokarczuk, psikoloji eğitimi görmüş Polonyalı bir yazar. Dünyanın muhteşem bir dönüm noktasına girdiği 1990'ların başlarında görünüyor edebiyat sahnesinde, yapıtlarının belkemiğini oluşturan 21. yüzyılın can alıcı konularında yazdıklarıyla pek çok okuyucuyu allak bullak ederek hem de. Olga Tokarczuk'un en etkileyici romanlarından biri olan Son Hikâyeler (Timaş Yayınları / Çev. Neşe Taluy Yüce) üç kadının üzerine kurulu: Ida, Pareskeva ve Maja: Anne, anneanne ve kız. Tokarczuk üç yaşam savaşçısının ölümle karşılaşmasını anlatırken bir anlamda ölümü evcilleştirmeye soyunuyor.

Ezber bozan bir yazar; Olga Tokarczuk!
Abone Ol google-news
Yayınlanma: 28.02.2022 - 00:02

Fotoğraf: LUKASZ GIZA

Nobel Edebiyat Ödüllü Olga Tokarczuk, psikoloji eğitimi görmüş Polonyalı bir yazar, 1962 doğumlu, demek ki çocukluk ve gençlik dönemleri Polonya Halk Cumhuriyeti’nde geçmiş. Yazmaya ise Sovyet rejiminden çıkmış bir Polonya’da yani Polonya Cumhuriyetinde başlamış.

Dünyanın muhteşem bir dönüm noktasına girdiği 1990'ların başlarında görünüyor Olga Tokarczuk edebiyat sahnesinde, yazdıklarıyla pek çok okuyucuyu allak bullak ederek hem de.

Ekoloji, LGBT ayrımcılığı, cinsiyet eşitliği, kalkınma sorunları, kontrolsüz ekonomik büyüme tuzakları, çeşit çeşit dışlanma türleri hakkında Polonya halkı fazla bir şey düşünmüyordu o sıralar. Oysa Olga yapıtlarının belkemiğini oluşturan 21. yüzyıl konularıyla çoktan ilgilenmeye başlamıştı.

İLK YAPITI, KİTABIN İNSANLARININ YOLCULUĞU

İlk yapıtı, Kitabın İnsanlarının Yolculuğu (Podro´z· ludzi ksie?gi / 1993) ile birlikte, neredeyse Umberto Eco’nun Gülün Adı tadında bir romana sahip oldu Polonya edebiyatı.

Bu kitabıyla başlayacağı yolculuğu okuyucusuna kısaca şöyle özetlemişti:

“Roman yazmak benim için, kendi kendine masal anlatmak gibi bir şey. Hani çocukların uyumadan önce yaptıkları gibi. İşte bu kitap da yirmili yaşlarını sürmekte olan bir çocuğun, insanların başına gelen her şeyin bir anlamı olduğuna dair masum inancıyla yazılmıştır.”

Fotoğraf: FELIX STROSETZKI

KADİM ZAMANLAR VE DİĞER VAKİTLER

Ardından yazdığı Kadimzamanlar ve Diğer Vakitler (Prawiek i inne czasy / Timaş Yayınları / Çev. Neşe Taluy Yüce / 1996) adlı yapıtı, yazarın kahramanlarının “zamanını” coşkulu bir sesle anlattığı öykülerden oluşuyordu.

Bu coşku, eğilip bükülen bir garip gerçekçilikle, ucubelik, sıra dışılık, hastalık, delilik, parapsikoloji ve benzeri motiflerle çeşitlendirilen, patchwork bir anlatıma eşlik ediyordu.

Hiç kuşkusuz Olga Tokarczuk, okuyucuların ihtiyaçlarını eleştirmenlerden ve edebiyat bilimcilerinden çok daha iyi ve önce anlamıştı ve parçalı bir biçimde kaleme aldığı bütünselliğe sahip olmayan anlatımını bu süre içerisinde oluşturarak, arka arkaya birçok yapıt verdi.

ANLATIMI ÇOK ELEŞTİRİLDİ

Yazarın sürdürdüğü dağınık anlatımın okuyucuda bir kaos izlenimi yaratmak amacıyla kullanmadığını belirtmem gerek. Ne de olsa Olga bu anlatımı yüzünden çok eleştiri alan bir yazar. Hatta 2018’de Nobel aldığında, dönemin Kültür Bakanı Piotr Glinski, Tokarczuk’un hiçbir kitabını sonuna kadar okuyamadığını (!) itiraf etmişti.

Oysaki efsaneler, Jung arketipleri, masallar ve öyküler biçiminde oluşan bu parçalı anlatım, kahramanların önünde diğer dünyalar ve zamanlarla iletişim kanalları açmakta.

GERÇEKLERE KARŞI DİRENÇ STRATEJİSİ!

Efsanelere ve masallara karşı eğilimi, çocukluk öykülerine olan duygusal bağlılığının ya da gözlerini gerçeğe kapatmasının bir sonucu değil. Aklımızın çarpıcı başarısını, bir bütün olarak dünyayı duyumsamayı yitirerek ödediğimiz gerçeğine karşı bir direnç stratejisi daha çok.

Aynı süreç, yüzlerce yıldır Avrupa ve Kuzey Amerika'nın kalkınmasına odaklanarak, hayvanların, bitkilerin, suların, kısacası doğanın hunharca bozulmasına, çevre katliamına, iklim değişikliğine neden olmadı mı?

Bölgesel savaşlardan kaynaklanan mülteci sorunları, ekonomik krizler, hızla gelişen teknoloji, koca dünyanın sırtına yük üstüne yük bindirmedi mi?

Evet, Tokarczuk tüm bunlardan yola çıkarak, dünyayı yeniden bir bütün olarak duyumsamak adına, kendine özgü bir edebiyat programı oluşturmaya başlamış.

Tabii ki ne sihirdir ne keramet cazibesiyle değil, ancak uyumsuz insanlar, anlaşmazlıklar, insan ve hayvan uyumsuzluğu, birbiriyle savaşan cins ve ırklar gibi, tutarsız unsurların bir takımyıldızı örneği bütünlenmesi burada söz konusu olan.

Fotoğraf: TOMASZ LAZAR

BİR ANTİ-DESTAN; SON HİKÂYELER VE ÜÇ SAVAŞÇI KADIN

Olga Tokarczuk’un en etkileyici romanlarından biri olan ve kısa süre önce ülkemizde de yayımlanan Son Hikâyeler de (Çev. Neşe Taluy Yüce) yazarın diğer romanları gibi Timaş Yayınları’nca yayımlandı. Roman üç kadının hikâyesi üzerine kurulmuş: Ida, Pareskeva ve Maja: Anne, anneanne ve kız.

Tokarczuk üç yaşam savaşçısının ölümle karşılaşmasını anlatırken bir anlamda ölümü evcilleştirmeye soyunuyor. Aslında bu anlatılar birleşerek bir roman oluşturmuş, ne var ki kadınların kaderi bir bütün oluşturmuyor.

Bu, bir aile hikâyesi değil, hele hele yakın ilişkiler hakkında sıcak bir anlatı hiç değil. Daha çok bir anti-destan, kopmuş aile bağları, kayıp ilişkiler, aile zincirinin halkalarında kendini bulamama hakkında bir hikâye.

Kahramanlar - Pareskeva, Ida, Maja - sadece derin bağlardan değil, birbirlerine karşı sempatiden de yoksunlar. Ortak bir noktaları varsa, yabancılaşma ve suçluluk duygusunun yansıtılması olabilir ancak, bir de ölüme alışmak.

GÖÇEBE BİR YAŞAM YOLCULUĞU...

Bu üç kadın kahraman çıktıkları yolculuklarında, akrabalarını, ebeveynlerini, kocalarını, terk ederler ve yerleşik yaşamı bir göçebe yolculuğuna dönüştürürler.

Anneanne Pareskeva, yurdunu ve ailesini terk ederek kocasının ülkesine gelirse de, kocasını başka bir erkek için terk eder, ancak sevgilisi tarafından ihanete uğrayınca kocasına geri döner, ne var ki döndüğü yerin bir hapis, dünyadan tecrit olduğunun da farkındadır.

Boşanmış bir kadın olan kızı Ida, beş Avrupa ülkesinde tur rehberi olarak durmadan gezer; Ida'nın kızı Maja, tüm dünyayı dolaşarak seyahat rehberleri derlemektedir. İkisi de bir yerde sürekli kalmaktan kaçınarak, göçebe sarmalı içine kendilerini hapsetmişlerdir bir bakıma.

İllüstrasyon: BARTOSZ KOSOWSKI

EVLİLİĞE KARŞI ÜÇ FARKLI TUTUM!

Üç hikâyede de evliliğe karşı üç farklı tutum vardır. Pareskeva, teyzesi istediği için evlenmiş ve yalnız yaşamayı hayal edemediği için kocasına dönmüştür. Burada aşk söz konusu değildir, ancak sürdürdüğü huysuz monologda, iki ayrı kefeye koyduğu aşkın ve alışkanlığın sırayla yoğunlaşan ağırlıkları vardır.

Ida, karakterlerin uyumsuzluğunu fark ederek, zayıf gördüğü kocasını terk etmiş bir kadındır, oysa yalnız ölmekten büyük bir korku duyduğunu da satırlar arasında okuruz:

Bu Alman kadına, yılda üç dört kez tur dolayısıyla konakladığında gördüğü, doğru dürüst tanımadığı, hatta onu tam olarak anlayıp anlamadığını bile bilmediği bu kadına, kalbine bir şey olduğunda ya da başına başka bir şey geldiğinde yalnız olacağını söylemek istiyor.

Maja ise terk edilmiştir; oğlunu yetiştirir, erkeklerden uzak durur ve kendi kendine yetmeye çalışır Duygusal ilişkiler hakkında sonsuz bir karamsarlık içinde konuşur:

“İnsanlar böyledir. Bir zincirin halkaları gibi birbirimize bağlıyız. Lanetliler gibi bağlıyız birbirimize. A B’yi sever, ama B, A’yı sevmez de C’yi sever; C daha çok D’ye meyillidir, D ise F veya G’ye yanıktır ve böylece devam eder (…) Zavallı A. Ha, bir de zirvede pek çok vektöre yönelmiş ama kimseye dönmeyen Z var. Arketip bir narsist, dünya ona tapıyor. Tanrı adil olsaydı, Z ile A’yı birleştirirdi, çemberi kapatır ve sonsuzluğa kilitlerdi.”

Fotoğraf: TOMASZ LAZAR

VAROLUŞSAL TUHAFLIK

“Erkek dünyasında” yaşanan kadınsal başarısızlıklar mıdır anlatılan? Bir dereceye kadar evet, çünkü roman, erkeklik karşıtı vurgulardan yoksun değildir; Pareskeva erkekler hakkında Herifler toplanır, koca göbekleri, ufacık şeyleri vardır diyecek kadar öfkelidir onlara.

Ama Olga Tokarczuk bir kadın romanı yazmış gibi görünmüyor. Daha çok, aşılmaz bir varoluşsal tuhaflık hakkında, genel olarak yaşama karşı duyulan uyumsuzluk hakkında bir roman bu, hatta bir adım daha atalım, insanın kaçınamadığı yazgısı, yani ölüm hakkında bir roman.

Tokarczuk, bu kitabı için verdiği “İyi Ölüm Sanatı” başlıklı bir röportajda, “Ölümü önce başkalarının ölümüyle tanırız,” demiş.

Oysa bu kitapta tersine çevrilmiş bu tanışıklık; ilk hikâyede Ida kendi ölümünü “deniyor”, ikincisinde Pareskeva umutsuzca yakındaki bir köyün sakinlerine kocasının öldüğünü bildirmenin bir yolunu arıyor ve üçüncüsünde, Maja oğlundan yabancı ölümleri saklamaya çalışıyor.

Oysa ölüme alıştırmanın tam tersi sırayla olması daha iyi olmaz mıydı, yani önce yabancı, sonra yakın ve en son da kendi ölümünü deneyimlemek? Ne var ki Olga sırayı karıştırmış.

Fotoğraf: MARTIN MEISSNER

ÖZ ÖLÜM DENEYİMİ!

En korkutucusu olan “öz ölüm deneyimi” olduğuna göre romana böyle başlayarak kahramanı Ida’ya son ayrılığa alışması, okuyucuya da yaşadığı yaşamı ölçüp biçmek için bir şans vermek istiyor belki yazar.

Ida ölüme son bir veda için yaşayanlar arasında geri dönüyor. Ida’nın ölüme karşı tutumu bir anlamda onu evcilleştirmeye yönelik belki.

Öyle ya ölüm çok sıradan ve olağan bir şey olmalı, ne de olsa hepimiz öleceğimizi biliyoruz da, ölüm karşında hâlâ neden şaşırıyoruz ki? Zaten Ida da böyle düşünüyor:

Hepimiz öleceğiz, buna hazırlanmalıyız, ölümü destekleyen dernekler kurmamız, hiç olmazsa son kez olsun hata yapmamak için bilgiler veren okulları finanse etmemiz gerek.

Beden eğitimi derslerinde nasıl ölünür, karanlığa rahatça nasıl kayılır, bilinç nasıl kaybedilir, tabutta nasıl düzgün görünülür gibi alıştırmaların yapılması gerekir.

Ölümünü okullarda ders olarak gösterilsin diye filme çekmeyi kabul eden bir gönüllü bulunmalı. Bu derslerde ölüm hakkında var olan onun hakkında düşünülen anlaşılan, neden bazen kadın bazen erkek olduğu, ölümden sonra nereye gidildiği, hatta bir yere gidilip gidilmediği konusunda etimolojik belgeler gösterilmeli.

‘İNSAN NE ZAMAN ÖLMEYE BAŞLAR’

Sonraki iki hikâyede Pareskeva ve Maja’nın ölüme daha mesafeli yaklaştıklarını görüyoruz, ölüm karşısındaki şaşkınlığımızın nedenini en güzel Pareskeva anlatıyor:

“Beni tek bir şey çok ilgilendiriyor: İnsan ne zaman ölmeye başlar? Yaşamda kesinlikle böyle bir an olmalı, kısa, fark edilmez, ama mutlaka olmalı. Tırmanış, gelişme, yukarı çıkan bu yol doruk noktasına ulaşır ve aşağı kaymaya başlar.

Bu yaşamın öğleden sonrası olmalı; hani güneş doruğa ulaşmış da batıya doğru düşüyormuşçasına. Çok güçlü bir fırtına olmalı; hani en güçlü rüzgâr, arkasından sessizliğin geleceği en gümbürtülü gökgürültüsüymüşcesine.

Sönmeye başlayan en harlı ateşmiş gibi. Ya da çok sarhoş olup da hemen ayılmaya başlarmış gibi.

Öyle bir an olmalı, ama bilmiyoruz onu. Ayırt edemiyoruz. Fark edebilsek, hepimiz çok akıllı insanlar olurduk zaten. Evet, aptalız biz.”

ÖLÜMÜ SIRADAN GÖRMEDİĞİMİZE GÖRE APTALIZ BELKİ DE!

Ölümü sıradan görmediğimize göre aptalız belki de, kim bilir! Oysa Mark, Maja’nın oğlunun ölü kaplumbağayı görmemesi için gösterdiği çabaya bakın nasıl yanıt veriyor:

“Bu ölü kaplumbağa için kusura bakmayın, ama ölü kaplumbağa işte, başka bir şey değil.” Öyle ya, ölüm, sadece ölüm işte, başka bir şey değil.

Fotoğraf: KARPATİ & ZAREWICZ, ZAiKS YAZARLAR DERNEĞİ

OLGA TOKARCZUK DÜNYAYI SEVER, ANCAK!

Olga Tokarczuk dünyayı sever, ancak bu dünyada acının ve ölümün her yerde olduğunu görmekten, göstermekten asla vazgeçmez. Bu romanı sayesinde, belki de okuyucu kendini benzer bir hazırlığın içinde bulacaktır: Gerçekliğe dikkatlice bakmak, ölümün gözlerine bakma cesaretine sahip olmak.

Olga Tokarczuk piyasaya uyum sağlama çabasına düşmüş bir yazar değil. Nobel’i 2018’de alması ve artık ünlü olması da değil bunun nedeni. Başından beri böyleydi, şöhret için yazmadı asla. Çünkü romanlarında okuyucusuyla sohbet etmeyi seçmiş bir yazar o.

İşte bu romanda da ışıktan, zaman zaman gölgeye çekilerek, sonsuz bir hüzün manzarası içinde yazıyor, bazen ürkek, zaman zaman da koşar adım ölümü evcilleştirmeye çalışıyor.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler