Rusya’nın komşusu: Nabokovya! Sabri Gürses’in yazısı...

Vladimir Nabokov gün geçtikçe günümüzün nirengi noktası bir yazar olmaya doğru ilerliyor. Sona erdi hissini verdikten otuz yıl sonra yeniden canlanan Soğuk Savaş ikliminde, Rusya’ya karşı artan küresel tepkiyi, özellikle Amerika ile Rusya arasında yaşanan gerilimi anlamak, bunun üzerine düşünmek için iyi bir başlangıç olabilir Nabokov. Yirminci yüzyılın en girift romanlarını yazanlardan birinin böyle bir simge olabileceği kimin aklına gelirdi?

Rusya’nın komşusu: Nabokovya! Sabri Gürses’in yazısı...
Abone Ol google-news
Yayınlanma: 01.05.2022 - 00:03

RUSYA SİYASETİ KARŞITI TAVRI 1950’LERDE KARARLI ŞEKİLDE SAVUNDU!

Aslında pek bilinmese de, Nabokov bugünlerde beliren Rusya ya da Rusya siyaseti karşıtı tavrı daha 1950’lerde kararlı bir şekilde savunmuştu.

Stalin’in 1953’te ölmesinden sonra başladığı kabul edilen buzların çözülmesi, yumuşama döneminde Sovyetler Birliği’nin entelektüelleri ülkeyi dış dünyayla irtibata sokmaya çalıştığında, Nabokov bunu desteklememişti.

Hatta, o sırada kendisi gibi ABD’de yaşayan ünlü dilbilimci Roman Jakobson’un 1958 yılında Moskova’da yapılması kararlaştırılan Uluslararası Slavistler Kongresi’nin hazırlıkları için Sovyetler Birliği’ne seyahat etmesini kesinlikle kabul edilemez bulmuş, bu yüzden Jakobson’a sert mektuplar yazmıştı.

JAKOBSON’IN AÇTIĞI HATTA ABD’YE GÖÇ EDENLER!

Jakobson 1920’de terk ettiği Moskova’ya Mayıs 1956’de gitti; gidişi ülkedeki birçok entelektüel için önemli bir dönüm noktası oldu.

Pasternak’ın yazılarının yurt dışına çıkarılmasını sağlayan süreç, Jakobson’un buluştuğu genç dilbilimci Vyaçeslav İvanov’un da katkılarıyla böyle başladı; Sovyetlerde başlamış olan matematiksel dilbilim çalışmalarının yapısalcılıktan sibernetiğe uzandığı bir dönemde Jakobson bir köprü rolü gördü.

Sonraki yıllarda buzların erimesinin tam da Nabokov’un öngördüğü gibi yanıltıcı olduğu kabul edildi; ama Jakobson’un açtığı hatta ABD’ye göç eden yeni bilimciler oldu.

NABOKOV’UN JAKOBSON’A TEPKİSİNİN NEDENLERİ...

Nabokov’sa tam o dönemde kendi Ulysses’ini, ismiyle kaynaşacak olan romanı Lolita’yı ABD’de yayınlamaya çalışıyordu. 1953’te tamamladığı romanı ABD’nin büyük yayıncıları tarafından geri çevrilince, 1955’te Paris’te yayınlattı; müstehcen etkisi yüzünden yasaklanan roman ABD’de ancak 1958’de yayınlanabildi ve büyük bir başarı elde etti. Jakobson’a sert tepkisini bu çerçevede de görmek mümkün.

Amerika’ya 1950 yılında gelmişti; 1941 ve 1947 yıllarında İngilizce yayınladığı romanlar ya da Avrupa’da yayınladığı Rusça romanlar ona aradığı başarıyı daha getirmemişti.

Sovyet ideolojisine ve onun Rus geçmişini sahiplenme biçimlerine kararlı bir şekilde karşıydı. Yayıncılardan gelen tepkilere rağmen Lolita’yı değiştirme yoluna gitmemişti; Sovyetlerle herhangi bir uzlaşmayı da aynı şekilde yanlış buluyordu.

O sırada geçim ve varlık kaygıları içinde olduğu, ABD’deki iş güvencesini elde edememiş olduğu için Jakobson’a karşı çıkmış olması özellikle anlamlıdır.

1949’da, çalışmalarını yayınlatacak yer bulmakta güçlük çektiği için Amerikan akademisinde prestijli bir yere sahip olan Jakobson’la irtibat kurmuş, Rusların tarihi destanı olan İgor’un Seferinin Şarkısı’nı onun yayına hazırladığı bir Rusça klasikler dizisi için çevirmeyi üstlenmiş hatta bu dizi için Yevgeni Onegin’in nesir çevirisini yapmayı teklif etmişti.

Parasızlıktan bir Karamazov Kardeşler çevirisi yapmayı da denediği bu dönemde, üniversitede kalıcı bir kadro bulmaya çalışıyordu ve Harvard Üniversitesi’nde bir yer olup olmadığını sormuştu Jakobson’a.

İronik bir durumdu bu, çünkü yıllar sonra, Lolita’dan da sonra, Harvard Üniversitesi’ndeki edebiyat kürsüsünde bir kadro bulması gündeme geldiğinde, onun seçilmesine karşı çıkan başlıca kişi, Jakobson olacaktı. “Evet, önemli bir yazar olduğunu kabul etsek bile, ne var bunda, Zooloji Profesörü olarak da bir fil mi alacağız işe?” diye karşı çıkmıştı.

Elbette, bu sert tavrın arkasında daha önceden Nabokov’un onunla irtibatı kesmiş olması vardı:

Sovyetler Birliği’ni ziyarete gittiğini, Moskova’da özlemle ağlayıp tekrar gelmeye söz verdiğini öğrenir öğrenmez Jakobson’a “totaliter ülkelere yaptığınız küçük seyahatler nedeniyle ortak çalışmalarımıza son veriyorum” diye mektup yazmıştı.

NABOKOV’UN KÖKENLERİNDEN AYRI, GÖÇMEN KAHRAMANLARI...

Nabokov’un bütün yapıtının Lolita’yı yayınlayıncaya kadar göçmen Rusların hayatı çevresinde geliştiğini, onların Avrupa ve Amerika’daki hayatlarını anlattığını söyleyebiliriz.

Kahramanları, çoğu kez otobiyografik durumları yansıtarak, göçmen oldukları dünyada bir yer bulmaya çalışır, sınırları aşar, yabancı oldukları toplumda kendi kapalı gruplarını kurarlar.

Rusça yazdığı bu kitaplardan sonra, İngilizce yazdığı, bunların son örneği olan Pnin dışındaki romanlarda Nabokov bir tür soyutlamaya varır; kahramanlarını kökenlerinden ayrı, bulmacamsı ortamlara girmiş, iyiden iyiye yazının oyunu içinde gelişen olay akışları içinde yaratır.

BÜTÜN YARATICILIĞININ FESTİVALİ: LOLİTA!

Tam da Jakobson’la çekiştiği yıllarda yazdığı Pnin, herhalde, entelektüel Rus göçmenlerin kariyer çekişmelerinin son bir parodisi sayılmalıdır. Lolita’yla Pnin neredeyse eş zamanlı yazılmıştır ve sırf Jakobson’la çekişmelerine bakarak bile, Nabokov’un Lolita’yı da yayınlatamamış olsaydı, Rus göçmenlerin çekişmeli dünyası içinde bunalıp kalacağını savunabiliriz.

Lolita büyük bir dönemeçtir -önceki eserlerinin İngilizceye çevirileri de onunla başlamıştır-, Lolita bütün yaratıcılığının bir festivali olmuştur.

DOSTOYEVSKİ İLE NABOKOV ARASINDAKİ FARK!

Bu açıdan Nabokov’un hayatını Dostoyevski’nin hayatıyla modellemek mümkün; ilk eserlerini yazıp sürgüne gönderilen Dostoyevski’yle sürgünden dönüp de kendini yeniden var eden Dostoyevski arasındaki fark; Avrupa sürgününde ilk eserlerini yazan Nabokov’la Amerika sürgününde kendini yeniden var eden Nabokov arasındaki farka benzer.

Dostoyevski’yi sık sık sürgünden sonra farklı bir dil kullanmakla, muhafazakâr bir deha olmakla suçlarlar; Nabokov iki dönem boyunca da Sovyet totalitarizmi karşıtlığı değişmemiştir, ama ikinci dönemde Amerikan totalitarizmi karşıtlığı geliştirdiğini söylemek zor, onun yerine, farklı bir şekilde, bir tür kitle kültürüne karşı elit eleştirelliğin içinde yer almıştır.

BÜYÜK GÜÇLER VE YAZARLAR!

Rus göçmen çevrelerde izlerini gördüğü her tür komünizm eğilimine karşıyken (oğlunu bunun için FBI’da çalıştırmayı teklif ettiği söyleniyor) Amerika’nın Vietnam müdahalesini desteklemişti örneğin.

Bu konuda yalnız değildi kuşkusuz, John Updike da, John Steinbeck de destekleyenler arasındaydı, ama onların durumu farklıydı, kendi “büyük güçlerinin” yanında yer alıyorlardı.

Updike, “İyi bir hedefi olduğu için müdahaleyi destekliyorum hele ki Güney Vietnam halkının kendi siyasi geleceğini tayin etmesini sağlayacaksa” diye yazmıştı; Steinbeck’in oğlu oradaydı asker olarak.

Nabokov’sa 1965’te Kuzey Vietnam’ın bombalanma emrini veren başkan Lyndon Johnson’a çektiği telgrafta “hayranlık verici işler” yaptığını söylemişti.

Bu elbette, Vietnam Savaşı’nı Sovyet nüfuz alanının genişlemesinin bir sonucu olarak değil, üzerine atılan napalm bombasından yanmış bir halde koşan küçük kızın fotoğrafıyla hatırlayanlar için kabul edilebilir bir ifade değildir.

Yirmi yıl süren savaşı (1955-1975) bitiren küresel anti-emperyalist tepkiye yol açan, bir tür anti-Lolita olan bu fotoğraf 1972 yılında çekildiğinde, Nabokov Amerikalı bir editörün İsviçre seyahatini anlatan romanı Saydam Şeyler’i yayınlıyordu.

Bugün de, Rusya-Ukrayna-NATO-AB arasındaki mücadelede yazar olarak tavır alırken ya da tavır alan yazarları değerlendirirken ne kadar dikkatli olmak gerektiğini hatırlatan bir örnek.

NABOKOV’UN EDEBİ-SİYASİ TUTUMUNUN FRAKTAL ETKİSİ!

Fakat Nabokov’un etkisi fraktal bir şekilde yayılmıştır; üniversitede verdiği derslere gelen Thomas Pynchon ve Kathy Acker onun edebi-siyasi tutumunu başka biçimlere evrilten yazarlar olarak biliniyor.

Yerçekiminin Gökkuşağı adlı 1973 romanında Pynchon militarizmi alaya alıyordu. Bu etki, John Barth gibi postmodernlerle ilişkisinde de görülür: Lolita yayınlanırken Barth da Yüzen Opera’yı, The Sot-Weed Factor’ı yazıyordu.

Böylece, Nabokov Amerikan edebiyatına Rusça yazdığı modern eserlerle gelip onu İngilizce yazdığı postmodern eserlerle dönüştürmüş oldu denebilir.

Lolita’yla popüler romanın parodisini yapan Nabokov, Avrupa edebiyatının etkisini Amerikan edebiyatına taşımakta benzersiz bir rol üstleniyordu. Edebiyata hicvi, oyunu, metinlerarasılığı getirdi ve bir bakıma, tam da Amerikan edebiyatında keşfedildiği sırada onu yaygınlaştırdı.

SARTRE’IN CÜRETİ VE NABOKOV’UN YANITI!

Bu da bir bakıma, Avrupa’da tutunamayışının intikamı gibiydi. Cinnet adlı romanı 1937’de Fransızca olarak yayınlandığı zaman SartreNabokov’u Dostoyevski’yle kıyaslayıp eleştirmeye cüret etmişti:

“Bu yazarın büyük yeteneği var, ama eski bir ekolden. Aklımdan onun ruhsal hocaları geçiyor, özellikle de Dostoyevski; çünkü bu tuhaf, sonuçsuz romanın kahramanı, ikizi Felix’ten çok, Delikanlı’nın, Ebedi Koca’nın, Yeraltından Notlar’ın karakterlerine benziyor. … Ama Dostoyevski karakterlerine inanıyordu, Bay Nabokov kendi karakterlerine, hatta roman sanatına inanmıyor artık.”

1947 yılında Sartre’ın Bulantı’sı İngilizceye çevrildiği zaman Nabokov ona yanıt verme fırsatı buldu:

“Edebiyat açısından, Bulantı çeviriye değer miydi, o ayrı bir soru. Sağlam görünen ama aslında çok gevşek bir daktilo ya da yazma biçimine ait bu, Barbusse, Celine ve başka ikinci sınıf kişiler popülerleştirmişti bu tarzı. Arkalarda bir yerde Dostoyevski'nin en kötü şeyleri beliriyor ve daha da arkada, o melodramatik Rus’un çok şey borçlu olduğu o yaşlı Eugene Sue var.”

NABOKOV-DOSTOYEVSKİ İLİŞKİSİ NÂZIM’IN ‘PUTLARI KIRIYORUZ’ KAMPANYASINA BENZER!

Bu anekdot Nabokov hakkında neden Dostoyevski düşmanı olduğu gibi bir efsane çıktığını da açıklıyor kuşkusuz: Klasik Rus edebiyatının bir simgesiyle tanımlanmaktan, yaratıcı yeniliklerin etkisinin benzeştirmeler içinde silinmesinden rahatsızdı Nabokov.

Sonraki yıllarda kendi kitaplarının tanıtımlarında, edebiyat derslerinde Dostoyevski’nin adını eleştirisiz anmaktan kaçınmasının sebebi de buydu.

Onun Dostoyevski’yle ilişkisi Nâzım’ın ‘Putları Kırıyoruz’ kampanyasına benzer; içten içe bilir aralarındaki koparılmaz bağı.

AMERİKAN EDEBİYATINI BESLERKEN RUS EDEBİYATINI DA BESLEDİ!

Bugün, yaşadığımız bu tuhaf zamanlarda Nabokov hangi edebiyat geleneği içinde yer alır?

Petersburg’da doğduğu evde açılan Nabokov Müzesi’nin yöneticiliğini yapan yazar, Amerikan edebiyatı uzmanı Andrey Astvatsaturov onun yeniden Rus kültürüne katılması gerektiğine inanıyor, çünkü Amerikan edebiyatını beslerken Rus edebiyatını da besledi Nabokov, Sovyet yeraltı edebiyatı ve sonrasındaki yeni edebiyat ondan güç aldı. Ama Nabokov bunu kabul eder miydi, söylemek zor.

İhtişam romanındaki karakter Rusya’ya dönüp intikam almayı, göçmen olmasına neden olanlara karşı bir zafer elde etmeyi hayal eder. Tuhaf bir şekilde, Nabokov bunu Amerika’ya giderek başardı.

Pynchon’dan David Foster Wallace’a dek bütün bir zor edebiyata sesini kattı. Bu onu sonunda sürgünde başka bir ülke haline getirdi; Rusya’yla tarihsel ilişkileri olan, hatta komşu olan ama asla geri dönemeyecek olan bir ülke -Ukrayna- gibi.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler