Çıkan Kısmın Özeti

25 Ekim 2013 Cuma
Çıkan Kısmın
Özeti
İnsan yaşadığı yere
benzer...” der, Edip Cansever;
“... o yerin suyuna, o yerin
toprağına benzer.”
Ben Ankaralıyım.
Suyuma, toprağıma,
Başkent’in coşkun devirlerinin
ıtrı karışmıştır.
Ülkenin gördüğü en
özgürlükçü anayasayla aynı
günlerde doğdum.
Memur bir ana babanın,
istikbal ümidini bağladığı tek
çocuğu olarak büyüdüm.
O kıraç bozkırda, bereketli
bir vaha yeşerten Cumhuriyeti
sevdim.
Rejimin gaddar yüzüyle
tanıştığımda, üniversitedeydim.
Süngülerin parıldadığı bir
eylül sabahı, arkadaşlarım
işkenceye götürülürken
öğrendim, demokrasi ve
özgürlük olmadan Cumhuriyetin
bize yetmeyeceğini...
***
Cumhuriyet okuyorduk
üniversitede...
O günlerde eve “bir ekmekbir
Cumhuriyet” almak, ceket
cebinde logosu görünecek
şekilde Cumhuriyet taşımak,
biraz “Ben aydınım” demekti,
biraz da 12 Eylül baskısına
efelenmek...
Cebimde taşıdığım resti,
Diyarbakır’da gördüler.
Staj yaptığım dönemde,
“Cumhuriyet okumak
suçu”yla içeri alındım. En
berbat döneminde Diyarbakır
Emniyeti’yle tanıştım.
Cumhuriyet’i sordular.
“Okurum” dedim. Bu
cevaptan sonra biraz
örselendim.
Sonraki yıllarımı, o gazeteye
adını veren Cumhuriyetle ilgili
belgesellere harcadım.
***
Ömrümün 32 senesi
gazetecilikle geçti.
Şanslıydım; iyi hocaların eline
düştüm. Kolay adam harcayan
bir değirmende, onların
öğütleriyle öğütüldüm.
Hep kalemimden kazandım
ekmeğimi...
Alkışlayan da oldu, kızan da...
Ödülü de gördüm, cezayı da...
İtibarı da tattım, belayı da...
Yine de her daim, doğru
bildiğimi söyledim.
***
Zorlu bir yaz geçirdim bu yıl...
İşimi soranlara, biraz da yeni
madalya almışlara mahsus bir
gururla, “İşsizim” dedim.
İşimi hakkıyla yapmamak
değildi suçum, namusuyla
yapmaya çalışmaktı.
Muhasarayı yarmak,
susturulmuşu yazmaktı.
Süngülerin parıldadığı
o gaddar
eylül, bu kez
sivillerini çekip
gelmişti sanki;
gazeteler esas
duruşa geçmiş,
güvendiğimiz
kaleler
devrilmişti.
Bizi yeşerten
o bereketli bozkır,
eskisinden de
beter bir kıraçlığa
teslim olmuştu.
Öfkeden başka dil,
ranttan başka din bilmeyen bir
hoyratlık, kapımıza dayanmıştı.
Gülemiyorduk artık...
Nedenini, tanıdık bir şiirde
bulduk:
“Gülemiyorsun ya, gülmek/
Bir halk gülüyorsa
gülmektir.”
***
Ana babalarımızın aksine biz,
istikbal ümidiyle büyüttüğümüz
fidanı, bu kıraçlıktan kollamak
için gurbete yolladık.
Onun ardından da, bir
zamanlar suyuna, toprağına
benzediğimiz, lakin nicedir
kendimize benzetemediğimiz
“yaşadığımız yer”i terk ettik.
Yıkılmış sinemalar, kapatılmış
tiyatrolar, tükürülmüş
heykeller bıraktık geride; bir
dönem sohbetleriyle şairler,
yazarlar yetiştirmiş, sonra
yasakların cenderesine terk
edilmiş güzelim lokantalar,
talan edilmiş ormanlar, şehri
boğa yılanları gibi boğan
yollar, zevksizlik abidesi
“battıçıktılar”...
O eski halinden eser
kalmamış bir Başkent...
Ve o Başkent’te gözü yaşlı iki
ana bıraktık.
***
Sevdiklerimize veda ettik,
bir oğlu gurbete verdik, yolda
bir kediyi kaybettik. Çok
sevdiğimiz bir evi, semti, kenti
terk ettik.
Belki bir ömür gördüğümüze
yakın ayrılık, sığıştı birkaç aya...
Eşyalar kolay taşınıyor; anılar
zor...
Binalar çabuk terk ediliyor,
alışkanlıklar zor.
Şimdi yeni bir şehirde, yeni
bir evde, yeni bir gazetede, yeni
bir hayata başlıyorum.
Gerçek anlamda ömrümün
geri kalanının ilk günü bugün...
Üniversitede, suç delili
niyetine ve inadına logosu
görünecek şekilde cebimde
taşıdığım gazetede, “ustalar
meclisi”nde ilk günüm...
Nemrutlar yine Cumhuriyet’i
soracak, bu kez “Yazarım”
diyeceğim.
Bağımsızlığıyla,
patronsuzluğuyla övüneceğim.
“İnsan yaşadığı yere mi
benzer, yoksa kendine
mi benzetir yaşadığı yeri”
bilmiyorum.
Öfkesinde boğulmaya
namzet bir despotluk
devrinde, devrilen korkak
kaleler şehrinde, cesaretin
“son kale”lerinden birinde
mevzilenmeye geliyorum.
Mevzilenelim ki, bir halk
gülebilsin diye...
Merhaba!


Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları