Hıfzı Topuz

27 Mayıs'ta Düş Kırıklıkları

02 Ağustos 2020 Pazar

Mayıs 1960ta Pariste UNESCO Genel Merkezinde Gazetecilik Eğitimi ve Araştırmaları Uzmanı olarak çalışıyordum. 

Ondan bir buçuk yıl önce Akşam’ın Genel Yayın Müdürlüğü’nü bırakarak UNESCOda göreve başlamıştım. Türkiyedeki darbeyi orada öğrendim. O günlerde yaz tatilini geçirmek üzere İstanbula geliyordum.

Hepimiz Demokrat Parti döneminin sona ermesine çok sevinmiştik. Demokrat Parti basında büyük bir düş kırıklığı yaratmıştı. 1950de bir bayram havası içinde başlayan bu dönem ne yazık ki çok kısa sürmüştü. 1960a gelirken gazeteciler yine büyük baskılar altında çalışıyorlardı. Bu baskılardan kurtuluş olanağı pek kalmamış gibiydi.

50li yıllarda Türkiyeden çıkış için pasaport yetmiyor, bir de çıkış vizesi isteniyordu. 1960 Mayısı’nda Parise dönmeye hazırlanırken Beşinci Şubeden vize istedim. O işlere bakan memur beni tanıyordu. Pasaportumu aldı ve ertesi gün gelmemi söyledi. Ertesi gün gittim, memur Sizin durumunuzu Ankaraya sormak zorundayım, bir iki gün sonra gelin” dedi.

SINAVA ÇEKİLDİM

Birkaç gün sonra yeniden gittim, Size maalesef vize veremiyoruz,” dedi. Biraz bekleyeceksiniz. Ama burada arkadaşlarımızın da sizi yakından tanımalarını istiyoruz. Yarın bizimle genel konularda bir konuşma yapın, bizi aydınlatın” dedi.

Ertesi gün gittim. Emniyet Müdürlüğü’nün sivil polisleri toplanmış beni bekliyorlardı. Adeta sınava alınmıştım. Bu sınav ne sonuç verdi, bilemem…

İstanbul savcı yardımcılarından Kutbi Akkan yakın arkadaşımdı. Vize için yardımını istedim, o da bir şey yapamadı. Ankaradan bir türlü yanıt gelmiyordu.

Benimle bu kadar uğraşmalarının sebebi neydi? Ben İstanbul Gazeteciler Sendikası’nın kurulması için uzun mücadeleler vermiştim. Sendikanın genel sekreteriydim. Yine o dönemde Türkiye Gazeteciler Konferansı’nı toplayarak iktidarın karşısına büyük bir direnişle dikilenler arasında başı çekiyordum. Her zaman onur duyduğum bir savaş veriyorduk. Bununla övünüyordum. Ama çok da düşman kazanmıştım. O düşmanlıklar her fırsatta karşıma dikiliyordu.

Kalkıp Ankaraya gittim. Cumhuriyet yazarı Müşerref Hekimoğlu yakın arkadaşımdı. Ona durumu anlattım, Olmaz öyle şey, hemen yarın bu işi hallederiz” dedi. Müşerrefin kız kardeşinin eşi Milli Birlik Komitesi üyesiydi. O araya girdi. Komite üyeleri bir yerlerden aldıkları talimatla bana vize verilmesine karşı çıkıyorlardı. İçlerinden biri, “Şu Paris işinden vazgeçin Hıfzı Bey, gelin burada birlikte çalışalım,” dedi.

İyi ama benim Parise gidip UNESCOdan istifa etmem, oradaki evi kapatıp işlerimi düzene sokmam gerekiyordu. Buna da yanaşmadılar. Bunun üzerine UNESCOda Genel Müdür Yardımcısı, Norveçli eski bakanlardan Tor Gjesdala bir mektup yazarak Türkiyeden çıkış vizesi alamadığımı bildirdim. Gjesdal, beni seven ve bazı misyonlara yanında götüren bir yöneticiydi. Kendisini Strasbourgda doktora çalışmaları yaparken tanımıştım. Uluslararası çalışmalarımda bana her zaman yardımcı olmuştu. Mektubum onu çok telaşlandırmış olacak ki Birleşmiş Milletlerde daimi delege durumunda olan Selim Sarpere bir yazı göndererek bana çıkış vizesi verilmemesinin olay yaratacağını bildirmiş. Selim Sarper de Dışişleri kanalıyla durumu Ankaraya ileterek bu vize işinin kötü sonuçlar yaratacağını anlatmış.

Ankaradan cevap gelmeyince sevgili dostum Saadettin Gökçepınar’ın Beykozdaki çiftliğine yerleşmeyi düşündüm. Akşamda göreve başladığım ilk gün Saadettin beni yanına alarak yüksek dereceli birçok yöneticiye tanıtmıştı. Yıllarca birlikte çalışmıştık. Çiftlikte bir su kaynağı vardı, onu işletecektik. Orada o dönemde ev bile yoktu. Ahır gibi bir yerde kalıyorduk. Bir gün Esentepeye geldim, yine çiftliğe dönecektim. Tam o sırada motosikletli bir polis memuru eve pasaportumu getirdi. Emniyetten vize çıkmıştı.

ABİDİN DİNO ANLATIYOR

Hemen ev halkına veda edip, arabayla yola çıktım. Niyetim en kısa zamanda Fransaya ulaşmaktı. Gece arabayı bir park yerine çekip birkaç saat kestiriyordum. Ama her defasında polisler başıma dikilerek park yerlerinde uyumanın yasak olduğunu belirtiyorlardı. Ben de ister istemez arabayı benzin istasyonlarına çekiyordum.

İki gün sonra güneyde Antibes kıyılarına vardım. Abidin Dino ve Avni Arbaş yaz tatillerini orada geçiriyorlar, Picassoyla da dostluk ediyorlardı. Hatta Abidin birkaç ay Picassonun oradaki atölyesinde çalışmış, yazar ve sanatçı çevresiyle yakın ilişkiler kurmuştu. Yves Montand da Saint Paul de Vencedaki evini yaz tatili için Abidine bırakmıştı. Onları buldum, akşam bir bistroda başıma gelenleri anlattım, Abidin,

Bak, ben de sana kendi pasaport maceramı anlatayım” dedi ve sözlerini şöyle sürdürdü:

“İki yıl önce bana da bir türlü pasaport vermiyorlardı. Kalkıp İçişleri Bakanı Fevzi Lütfi Karaosmanoğluna gittim. Bakan, ablamın eşi Suphi Nuri İlerinin gençlik arkadaşıdır. Onun da siyasal dertleri olmuştu. Halimi anlayabilecek bir insandı. Beni ilgiyle dinledikten sonra Hiç telaş etme, ben emniyet müdürüne söylerim, hemen vizeni alırsındedi.

Ertesi gün çıkış vizesi için Emniyet Müdürü Kemal Aygün’ü gördüm. Bana Boşuna uğraşmayın, size vize yokdiye yanıt verdi.

Yeniden bakana çıktım. Çok üzüldü. Yine müdürü arayarak onu son kez uyardı. Bunun üzerine pasaportuma kavuştum. Dostlarla birlikte o akşam olayı ıslattık.

Biletimi aldım. Ertesi gün yakınlarım beni geçirmeye havaalanına geldiler. Kucaklaşıp vedalaştık. Uçağa bindim, uçak kalkmaya hazırlanıyordu. Az sonra iki polis uçağa girdi. Hosteslerle bir şeyler konuştuktan sonra başıma dikildiler, Sizi indireceğiz, bir yanlışlık olmuş, siz yurtdışına çıkamazsınızdediler. Sonra da bütün yolcuların şaşkın bakışları içinde beni uçaktan indirdiler. Ne hale geldiğimi anlıyor musun? Beni geçirmeye gelen yakınlarım da henüz alandan ayrılmamışlardı. 

Kös kös eve döndük. Yine bakanı aradım. Sonunda Emniyetten izin çıktı. Yeniden uçaktan yer ayırttım. Yine dostlarım beni geçirmeye gelmişti. Ama hepsi tekrar uçaktan indirilmem endişesiyle telaş içindeydi. Bu kez beni rahat bıraktılar. Bir kâbustan kurtulmuştum.

EN SONUNDA PARİS YOLU

im Güzin de birkaç ay sonra bana, Parise ulaştı. Yani böyle şeylere alıştık. Bu koşullarda önümüzdeki yıllarda ne yazık ki İstanbula dönemeyeceğim.”

Gerçekten de Abidin yıllarca Pariste Türkiye özlemiyle yaşadı.

O geceyi tatlı sohbetlerle Antibesde geçirdim ve sabah büyük bir huzur içinde Parise yollandım. 

Eşim Nezihe de tatil için İstanbula gelmişti. Paristeki evde kimse yoktu. İstanbuldan ayrılırken o telaşla evin anahtarını da almamışım. Gece yarısı ev sahibi madamın evine giderek yedek anahtarı aldım ve bu macera böyle sona erdi.

Ertesi gün UNESCOda bütün arkadaşlar beni kutluyorlardı. Bunu UNESCOnun yemekhanesinde sırılsıklam ıslattık.

Bu da 27 Mayıs döneminden buruk bir anı!




Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları