Ayşe Yıldırım

Cizre’den Sur’a; susmak suç ortaklığıdır!

25 Şubat 2016 Perşembe

Brüksel’deki Avrupa Parlamentosu’nun salonunu dolduran herkes kulak kesilmiş dinliyordu.

Telefondaki ses, “60 gündür susuz, aç ve yaşam sınırları kapanmış halde bekliyoruz” diyordu.

Kürsüdeki mikrofona tutulan cep telefonundan salona dalga dalga; endişeli, gergin ama asla teslim olmayacak kadar dik sesi yansıyordu:

“Elimizde 100 cenaze var. 120 bin nüfustan 10 bin kişi kaldı ilçede. Biz şu anda bir bodrum katındayız. 4 kişi öldü, 24 kişi en azından şu an sağ. Sultan Irmak’ın durumu çok ağır. Hiç su, yemek yok. Elektrik yok. Durumumuz çok kritik. Bu vahşeti, katliamı durdurun. Aksi halde sizleri de suç ortağı görmek zorundayız. Katliamla yüz yüzeyiz.”

Neredeyse bir ay önce, yani 27 Ocak günü Brüksel’deki Avrupa Parlamentosu binasında düzenlenen 12. Kürt konferansının ikinci günüydü. Cizre Halk Meclisi Eşbaşkanı Mehmet Tunç, seslerini dünyaya böyle duyuruyordu. Kürsüde AB Türkiye raportörü Kati Piri de vardı. Salondaki birçok Avrupalı parlamenter, Kürt siyasetçi, gazeteci, insan hakları savunucuları dehşet içinde dinlemişti Mehmet Tunç’u.

O bodrumda yaşanan vahşet uzun süre gündemde kaldı ama Tunç’un haykırışı karşılığını bulamadı. Bodrum katından ses seda kesildi. Cizre’de büyük bir katliam yaşandı. Sadece o bodrum değil başka bodrumlardan da cenazeler çıkmaya başladı.

Devlet, “operasyon”un bittiğini söyledi ama sokağa çıkma yasağı hâlâ sürüyor. Her yerden cenazeler toplanıyor.

Yanmış, tanınmayacak haldeki cenazelerden söz ediliyor. Dicle Nehri’nin kenarındaki hafriyata atılmış uzuvlardan bahsediliyor. Her gün sayı arttığı için kaç cenaze çıkarıldığı sorusuna bile net bir yanıt verilemiyor. Bugüne kadar sadece 40’a yakını toprağa verilen 200 civarında ölü bedenden söz ediliyor.

100 aile ise cenazelerini bulabilmek için il il dolaşıyor. Urfa, Şırnak, Cizre, Mardin, Antep ve Habur arasında mekik dokuyan anneler, babalar, kardeşler, eşler, çocuklar Adli Tıp Kurumları önünde cenazelerini arıyor. Tabii hukuka aykırı usullere maruz kalarak.

Diyarbakır’da kurulan kriz merkezi görevlilerinden avukat Feride Laçin anlatıyor:

“Cenazelerin çoğu kimlik tespiti yapılamayacak halde. Vücut bütünlükleri bozulmuş. Kiminin kolu, kiminin bacağı yok. Öyle cenazeler var ki kadın mı erkek mi diye cinsiyeti bile belirlenemeyecek halde. Kiminin vücudunun aşağısı, kiminin yukarısı yok.”

Laçin’in verdiği bilgiye göre çok az cenaze fotoğraftan teşhis edilecek halde. Ama o fotoğraflar da tek merkezde toplanmadı. Aileler bir Urfa’ya gidiyor, bir Antep’e. Oradaki fotoğraflara bakıyor. Cenazesini bulamayan bu kez geçici olarak Adli Tıp Kurumu oluşturularak cenazelerin gönderildiği Habur’a yola çıkıyor.

Cenaze arama işkencesi bununla da sınırlı kalmıyor. Hukuka aykırı işlemlerle karşı karşıya bırakılıyor acılı aileler. Savcılıklarca yapılması gereken tüm işlemler polis gözetiminde yapılıyor.

DNA tespitleri yapılsın diye kan ve kemik örnekleri veriyorlar. Ama onların da sonuçlarını alamıyorlar. Kan örneklerinin bir günde, kemik örneklerinin ise iki üç günde sonuçlanması gerektiğini söylüyor avukat Laçin, “Ama bir hafta olmasına karşın bugüne kadar sadece bir iki kişinin DNA sonuçları açıklandı. Onun ötesinde hiçbir DNA sonucu bildirilmedi” diyor. İşte o DNA testlerinden 9’u dün açıklandı. Azadiya Welat gazetesi Sorumlu Yazıişleri Müdürü Rohat Aktaş ile 8 kişinin kimlik bilgileri kesinleşti. Habur’da bekletilen 65 cenaze arasında yer alan 9 kişinin aileleri şimdi cenazelerini alıp toprağa verecek.

Kimliği belirlensin ve toprağa verilsin diye bekleyen o cenazelerden biri de “bu katliamı durdurun” diye Avrupa’ya seslenen Mehmet Tunç’a ait. Susarsanız suça ortak olursunuz demişti Tunç. Sustular.

Şimdi Sur için aynı vahşet kapıda. Bu suça ortak olmak istemeyenlerin sesini yükseltme zamanı...



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Son bir soru ve veda 13 Eylül 2018
Siyasal yangın 30 Ağustos 2018

Günün Köşe Yazıları