Olaylar Ve Görüşler

Bu mu sizin Toledo’nuz?

26 Şubat 2016 Cuma

Lale Mansur’un, iki barış heyetiyle Diyarbakır’a 30 Aralık 2015 ve 23 Şubat
2016 tarihlerinde yaptığı ziyaretlerden tanıklıklar, notlar ve sorular...

Sur’daydım; 30 Aralık 2015’te de, 23 Şubat 2016’da da... İki tarih arasında sadece zulüm ve vahşet büyümüştü, bir o kadar da yalan artmıştı. Baştan başlayayım:

30 Aralık 2015
200’ü aşkın barış girişimcisiyle birlikte Diyarbakır’da buluştum. Sur içinde yaşananlarla ilgili tanıklıkları dinledim. Aralarında 11 gündür çocuklarının cesedini alamayan iki baba da vardı. Hangi taraftan gelirse gelsin, şiddete son verilmesine yönelik basın açıklamamızı yaptıktan sonra valiyi ziyaret ettik. Kendisi, durumu, sanki İsviçre’de barış içinde yaşayan bir bölgenin yetkilisi gibi anlattı.
Sur’daki çatışmayı ne kendisinin ne de bizim durduramayacağımızı ama bazı insani konularda yardımcı olmasını istedik. Vali, “Biz ateşi durdururuz, belediye cenaze araçları girip ölüleri alabilirler, Sur’a biz giremeyiz, ateş ediliyor” dedi. (27 gün sonra “giremeyiz” dediği yerden artık çürümüş olan cesetleri aldılar.) Bırakın cenaze arabasını, çöp kamyonlarının girmesine bile izin verilmiyordu.

Anneler
Valilikten çıktıktan sonra öğrendiğimiz, “Anneler” adlı grup, iki ceset almaya Sur’a girmeleri için izin verildiğinde soyularak aranmışlar, bir daha bu şartlarda girmeyi reddetmişler. Sur yakınında yüzü kar maskeli bir özel kuvvet görevlisi, “Valinin sözü bizi bağlamaz” diyor. Baro ve belediye ile görüşmelerimizde öğrendiklerimiz, artık kamuoyunda biliniyor. (Tahir Elçi cinayeti delillerinin karartılması gibi.)

Yasağın 83. günü
23 Şubat 2016: Sokağa çıkma yasağının 83. günü. Bu kez Sur’un içindeyiz. Saat 10.00 civarları, top atışları devam ediyor. Bir gece öncesinden, girilemeyen bölgeden bir telefon konuşmasının kaydını dinliyoruz. 10 yaşındaki kız, “Bugün doğum günüm, ya kendimizi öldüreceğiz, ya da polisler bizi öldürecek” diyor. Cep telefonu açmak ve ocak yakmak çok zor, sinyal veya duman görülünce oraya top atışı başlıyor. Bodrumlarda 120 yetişkin sivil, 10 yaşının altında 15 bebek ve çocuk, toplam 200’e yakın insan var. Kayıp, haber alınamayan yaşlılar var.

Sivil gözlemci istiyoruz
Vali yardımcısıyla görüşme: Güvenlik koridoru oluşturulması, insanlar çıkarken sivillerin de olması isteğimizi iletiyoruz. Sivillerin gözlemci olması haricinde bir güvenlik koridorunu her zaman oluşturabileceklerini bize söylüyor. Görüşme sonrasında vali yardımcısı beni telefonla arıyor, “16.00-17.15 arası çıkabilirler, anons yaptık” diyor. Aynı anda valiyle görüşen Avrupalı parlamenterlere de aynı şey söyleniyor. Sur’a dönüyoruz. Saat 16.10’da top atışı başlıyor. Polisin tel örgüsüne 150 metre mesafeden Avrupalı parlamenterle birlikte izliyoruz. Vali yardımcısını tekrar arıyorum, “Biz atış yapmıyoruz” diyor. (PKK’nin orada tankları yok.) Bir polis aracı ve “Akrep” yanımıza geliyor, valiyle telefonlaştığımı söylüyorum, polislerden biri otomatik silahına mermi sürüyor.

Hava kararıyor. Sur’dan ayrılıyoruz, vali yardımcısı yeniden beni arıyor, “Yarın 15.30-17.00 arası çıkabilirler” diyor. Bir önceki “yaşam koridoru”ndan 4 buçuk saate ancak 6 kişi çıkarılabilmiş, aralarından Fatma Ana kan kaybından ölmüş, diğerleri (sivil değil de direnen savaşçıymış gibi) gözaltına alınmış. Bu durumda 200’e yakın insan (aralarında yaralılar) bir buçuk saatte nasıl çıkacak? İçerideki yaralılar için sağlık ekibi de gerektiğini söyleyip ertesi sabah için yeniden randevu istiyoruz. Randevu talebi cevapsız kalınca ertesi gün Diyarbakır’da kalan arkadaşlarımız, 24 saat ateşkes talebinde bulunuyorlar. Vali “Bu beni aşar, siz basın toplantısı yapın” diyor.

Tanıklıklar devam ediyor
Top atışlarıyla yıkılan evlerden moloz, bölgeden (devlet su işleri ve karayolları araçlarıyla taşınıyor, yerine başka yerden yapılan hafriyat Sur içine dökülüyor. (Çıkarılan molozun içinde ağır yaralı, ceset olabilir.) çıkan ailelerin evlerinin talan edildiği, korucuların ve pek Türkçe bilmeyen uzun sakallı, silahlı insanların getirilip buralara yerleştirildiği söyleniyor.

Sonuçlar, sorular
Akil İnsanlar Heyeti üyesi olarak, “açılım, barış” diye çalışırken ve uzun süre boyunca şiddet durmuşken bu ülkeyi başkaları mı yönetiyordu? Haziran seçimlerinden sonra “ya istikrar ya şiddet” politikasının kasım seçiminde verdiği sonuç ortadayken şiddet neden bitmedi? Bu iki Diyarbakır ziyaretinde gözlemlediğim, güvenliği sağlamakla görevli yetkililerin gözümüzün içine baka baka yalan söyledikleri, bizimle kedi-fare oyunu oynadıkları. Bunu yalnızca bize değil, Avrupalı parlamenterlere de yapma cüreti nereden geliyor?

Utanma yok mu?
Barış çağrısında bulunan herkes “ama PKK?” sorusuyla karşılaşıyor ve teröre destek olmakla suçlanıyor. Burada cevap çok basit: Biz T.C. vatandaşıyız ve muhatabımız vergi verdiğimiz devlet. Maaşını ödediğimiz devlet görevlilerinin teröre karşı terörist gibi davranmasını kabul edemeyiz. Bize öğretilen dindarlıkla vicdan bağlantısının ille de gerçek olmadığını anlayalı epey oluyor. Hadi vicdan kişinin kendiyle ilgili diyelim. Utanma duygusuna ne oldu?
Çekilen bunca acının ortasında “Sur’u Toledo” yapma alaycılığını ve küstahlığını gösterenlerle aynı inancı paylaştığını söyleyenlerin sessizliği, insanların tepelerine yağan bombaların sesinden daha ürkütücü.

Lale Mansur
Sanatçı

-

 

Sabahattin Ali’nin ardından

 

25 Şubat’ta 109. doğum gününde özlemle andığımız Sabahattin Ali, milyonlarca insanın, kitapseverin hâlâ gözbebeği durumunda. Peki, nedir bir zamanlar suçlanan, susturulmaya çalışılan ve henüz 41 yaşındayken yaşamına son verilen Sabahattin Ali’yi bugün de bu denli çok sevmemizi sağlayan?

Sabahattin Ali’yi neden bu kadar çok seviyoruz sorunun yanıtını büyük ozanımız Dağlarca’nın dizelerinde bulabiliriz: “Savcı, nedir düşündün mü? / Yazıları suçlu kılan? / Usla, yürekle büyümüş, gündüzler geceye karşı /Ama nedir çağlar üzre / Beni senden güçlü kılan.”
Sabahattin Ali, Dağlarca’nın dediği gibi karanlığa karşı aydınlıktan yana olmuş, toplumun sorunlarını, gerçekleri korkmadan yazdığından “çağlar üzre güçlü kalmıştır”. O yalnızca çağının tanığı olmamış, onun yapıtlarında anlattığı kişiler ve olaylar aradan onca yıl geçmesine karşın günümüzde de benzer biçimleriyle karşımıza çıkmıştır.

Aylan bebek ve Hasan
Ailesiyle Avrupa’ya göç etmek isterken denizde boğulup kıyıya vuran Aylan bebeğin görüntüsü yüreğimizi burkmuştu. Sabahattin Ali’nin “Ayran” öyküsünde ise, yaşama tutunabilmek için her gün tren istasyonuna gidip bir güğüm ayranı satmak zorunda olan küçük Hasan, bir gece istasyondan köyüne dönerken soğuktan donarak yolda can verir.
Ancak bu görünür nedendir, tıpkı Aylan bebeğin ölümüne yol açan görünür nedenin de deniz olması gibi. Asıl katiller onları bu duruma getiren koşullar ve bu koşulları yaratan insanlardır.
Hasan’ın acınası durumuna kayıtsız kalan istasyon şefi, içtiği ayranın parasını ödemeyen kalantor yolcu, köydeki duyarsız komşular ve bunun ötesinde insanlar arasındaki eşitsizliktir Hasanları, Aylanları yok eden.

Günümüzle benzerlik
Onun yapıtlarıyla günümüzde yaşadıklarımız arasındaki bir başka benzerlik de bir- iki yıl önce Soma’da iş cinayetinde öldürülen 301 yoksul maden işçisinin yaşamını yitirmesinden sonra, bu katliamın sorumlularının kendi suçlarını örtmek için söyledikleriyle, “Kağnı”da geçen bir konuşma arasında görülür. Öyküde Mevlüt Ağa’nın oğlu, yaşlı annesinden başka kimsesi olmayan yoksul Sarı Mehmet’i öldürür. Tüm köylüler olayı kapatmaya çalışır, davacı olmaması için bu yaşlı kadına baskı yapar.
Köyün imamı da haklıdan değil güçlüden yanadır ve bazı başı sıkışanların yaptığı gibi dini kullanarak şöyle der: “Ülen kocakarı” diyordu. “Dava edersen ne kazanacaksın? Kim gider de Mevlüt Ağa’nın oğlu adam vurdu diye şahitlik eder? . “İşte bir kazadır oldu. Cenabı Hak böyle istemiş, Allah’ın emrine mahkeme ile mi karşı koyacaksın. Ne yapsan oğlun geri gelmez. Gel bu işi kapatalım.” (1)

Sırça köşk
Bundan yıllar önce yazılmış “Sırça Köşk”te anlatılanlarla günümüzde milletin parasıyla yapılan gösterişli sarayların benzerliği; “Kazlar” öyküsünde suçsuzken hapse atılan Seyit’le bugün karşı karşıya kaldığımız adalet anlayışı arasındaki koşutluk; “Cankurtaran”da parası olmadığı için hastaneye alınmayan hamile kadının önce bebeğinin sonra kendisinin ölümüne yol açan nedenlerle, bugün yalnızca parası olanların iyi tedavi görebildikleri bir sağlık anlayışının egemen olması arasındaki benzerlikler.
Haldun Taner “Karşılıklı” adlı öyküsünün sonlarında şöyle der: “Korkunun kalemine yapışması ölüm demektir yazar takımına. Yazar dediğin yazacak. Açık sözlü ve yürekli olacak.”(2) Sabahattin Ali, hem açık sözlü hem de yürekli olmayı başardığından yıllardır en sevilen, en çok okunan yazarlarımızdan birisidir. O da Nazım Hikmet, Rıfat Ilgaz, Aziz Nesin. ve yüreği toplum için çarpan yüzlerce, binlerce cesur aydın gibi hiç ölmüyor, onlarla birlikte çağını aşarak yaşıyor.

Dipnotlar:
(1) Sabahattin Ali, Bütün Eserleri, s.883, YKY, 2013.
(2) Haldun Taner, Yalıda Sabah, s. 56- 57, YKY, 2015.  

ALİ TURGAY KARAYEL
Yazar



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları