Roman, tarihe tutuldu

Yaklaşık bir buçuk asırdır roman yazılıyor bu topraklarda ama özellikle son dönemde romancılarımız giderek daha çok tarihe, tarihsel olaylara yöneliyor.

Yayınlanma: 26.08.2015 - 23:04
Abone Ol google-news

İyi-kötü, bu ülkede, 1871’den beri roman yazılıyor. Son yıllarda da öncelikli bir yazın türü olarak hep gündemde oldu. Yeni romanlar, yeni romancılar uç verdi.

Bu süreçte, pek çoğumuzun ilgisini çekmeyen bir yan vardı: Romancılarımızın giderek tarihe, tarihsele yönelik ilgileri...

İşte 1990 sonrası yayımlanan romanlardan bir dizi:

Salkım Hanım’ın Taneleri (1990), Üç Aliler Divanı (1991), Güz Sancısı (1992) Yılmaz Karakoyunlu;

Ateşi Yakanlar (1992) Faik Baysal;

Bir Gün Bile Yaşamak (1992) Orhan İyiler;

Yüz Uzun Yıl (1993) Şemsettin Ünlü;

Zaman Yeli (1995) Gürsel Korat;

Yitik Ülkü (1995) Erol Toy;

Puslu Kıtalar Atlası (1995) İhsan Oktay Anar;

Yıldızsayan (1996) Haldun Çubukçu;

Engereğin Gözündeki Kamaşma (1996) Zülfü Livaneli;

Pinhan (1997) Elif Şafak...

 

Tarihe yoğun ilgi

Kuşkusuz bu yönelimin roman tarihimizde daha öncesi de var. Yazınımızda tarih-roman ilişkisinin roman tartışmalarında gündeme gelmesi Kemal Tahir’le, özellikle Devlet Ana’nın 1967’de yayımlanmasıyla başladı diyebiliriz. Kemal Tahir’in bu çıkışında uçlandırdığı “Türk insanının romanını yazma” savı ise birçok yanıyla eleştirilmiştir.

Kemal Tahir, tarihe yöneliminin nedenini şöyle dile getirir:

“Biliyorsunuz, yeterli tarihsel, sosyal, ekonomik araştırmalar yapılmamıştır bizim memlekette... Yapılmışsa bile kolayca ele geçmez, dağınık yapılmıştır. Bunları toplayıp, bunlardan gereğince faydalanmak, belli bir ortamda bunlarla meşgul olan bir yakın arkadaş grubu bulamamak, sanatçıya, kendi işini kendi yapma zorunluluğunu da yüklüyor. Bu sebepten, sanatçı böyle bir tarihi kesit aldığı zaman, yani insanların tarihleriyle sosyal münasebetlerini aldığı zaman, birtakım araştırmaları tıpkı demeyeyim, kısmen bir bilim adamı gibi araştırmak zorunda kalıyor. Bu da benim şahsi fikrimdir, belki de benim özelliğimdir.” (7) (Türk Romanı, Düz.: Mehmet Seyda, 1969, s. 38-39)

 

Tartışılan romancı

Romancının güncele kapılmaması gerektiğini söyleyen Kemal Tahir, bu düşüncesini de şöyle dile getiriyordu:

“Romancıdan istenen şey, günlüğün, günlük olayların çok dışında, çok daha köklü, kendi toplumuyla son derece derin münasebetler kurmasıdır.” (agy., s. 69)

Onun roman dünyasındaki tarihçi, düşünür tavrı yazın/düşün yaşamımıza bir canlılık getirmiş, tarih-roman ilişkisinin hangi bağlamda ele alınması gerektiğine de bir tartışma zemini oluşturmuştur. Bunun örnekleme, uygulayım boyutuna gelince; bu anlamda Kemal Tahir’in romancılığının sürekli tartışmaya açık bir yanının olduğunu belirtmeliyim. Romanlarındaki tarih görüşündense, roman-tarih ilişkisini hangi düzlemde ele aldığı, nasıl yansıttığı daha önemlidir.

 

Tipik örnek

Romancılığının tarihsel boyutunu sergileyen Esir Şehrin İnsanları (1956); Esir Şehrin Mahpusu (1962); Sağırdere (1955); Körduman (1957); Rahmet Yolları Kesti (1957) ve Yediçınar Yaylası (1958), Köyün Kamburu (1959), Büyük Mal (1970) üçlemesi; Yol Ayrımı (1971), Kurt Kanunu (1969), Yorgun Savaşçı (1965), Bozkırdaki Çekirdek (1967) romanları, bu ilişkilendirmenin örneklerini getirmektedirler.

Bu anlamda, yine de Kemal Tahir romancılığını tarih-roman ilişkisinde tipik örnek olarak almak gerektiğini düşünüyorum. En azından yinelenen tüm olumsuzlamaların ardında, tarih-roman ilişkisinin ne olduğunu/olmadığını görebilmemiz açısından...

'Tez kadillağımı getürün!' diyen vezir

-Yukarışehir (1986), Toprak Kurşun Geçirmez (1988), Yüz Uzun Yıl (1993), İsmet Paşa’nın Ağır Topları (2003), birbirinin süreği romanlarınız... Tarihi, tarihsel dönemleri eksen alarak öncelikle bir kentin sosyokültürel yapısını yansıtıyorsunuz. Çıkış noktanızda sizi ‘tarihsel‘ olana döndüren duygu – düşünce neydi?

Harput, romanlarımdaki adı ile Yukarışehir, varlığı dört bin yıl gerilere giden eski bir Anadolu kentidir. 19. yüzyılın son çeyreğinden bu yana geçen zamanda, camilerinden, çeşmelerinden, semt semt yıkıntılarından başka ayakta kalmış yapıları pek azdır. Tarih, Anadolu’daki birçok kent gibi, benim doğup büyüdüğüm bu kentin de yıkılış nedenleri konusunda bilgi vermiyor. Oysa biliriz; kentler canlılar gibidir; insanların, toplumların serüvenlerini yaşarlar onlarla birlikte; mutluluklarından, mutsuzluklarından etkilenirler.

-Romancının görevi tarihi anlamak mı, yansıtmak mı, açıklamak mıdır?

Romancı romanını yazarken, konu edindiği olayların dönemini, o dönemdeki yaşamı, olayların akışını çok iyi bilmek zorundadır. Tarihi, tarihsel olanı kavramadan, polisiye türünde bile olsa, iyi, okunabilir bir roman yazılabileceği görüşünde değilim. Uzak tarih, yakın tarih, bunların uzantısı olan gelecek, hepsi; işinin gönüllüsü bir romancı için bilmek, anlamak zorunda olduğu veriler, yapının temel taşlarıdır.

“Yüz Uzun Yıl”ın yayımlandığı günlerde dostum Tuncer Uçarol’un, biraz da şaşırtmak için olduğunu sandığım bir sorusu ile karşılaştım:

“Yüz Uzun Yıl’ın 54’ncü sayfasında, Yusuf, Hancı Bayram Ağa’ya büyükçe bir kutu çay veriyor armağan olarak... O zamanlar Anadolu’da çay var mıydı?”

Soruyu duyunca, acaba dedim bir an... Gerekirse araştırılır ama çay, çaydanlık, demlik, adaçayı yerleşik eski sözcüklerdir gibi geliyor bana... Bizim evdeki bakır çaydanlık dededen kalmaydı... İpek yolu da Anadolu’dan gelip geçtiğine göre, çayın bizim yörelerde hep bilindiğini düşünmüş olmalıyım.

Ben özel olarak araştırmamıştım ama doğrusu oydu, çok eskiden biliniyordu çay Anadolu’da... Ya, bilinmiyor olsaydı?

Tarihi yansıtmak ya da açıklamak amacıyla romancı, romanının akışını, bütünlüğünü, ayrıntılardaki gereklilikleri zorlamamalıdır. Olayların akışında, karşılıklı konuşmalarda, yerli yerine oturmuş betimlemelerde bu işlevler kendiliğinden yapılabiliyorsa ne iyi... Ötesi, tarihçilerin, araştırmacıların işidir gibi geliyor bana

 

Tarihsel roman yazmanın güçlüğü

-Romanda tarihi, tarihsel olanı anlatıya dönüştürürken karşılaştığınız güçlükler oldu mu?

Romanın kurgusunu tarihsel gerçekliklerin veri tabanına oturtmak, doğrusu çok emek isteyen, zaman alıcı, yorucu bir çalışmayı gerektirir.

Biçem kaygısı taşıyan bir yazar için romanın dili, sözcük sözcük yeniden yapılandırılması gereken önemli bir iştir. Dün söylenen sözler bugün söylenmez olmuş, anlam değiştirmiş ya da unutulmuş olabilir. Hele de Osmanlıcanın egemen olduğu bir dönemin romanını yazmaktaysanız, nerede durulacağını bilmenin bile sorunları çözemeyeceği durumlarla karşılaşabilirsiniz. Özellikle Türkçe karşılığı olan Osmanlıca sözcükler, tümcenin akışı içinde daha anlamlı, daha yerli yerindeymiş gibi görünebilirler:

“İstiklal” mi, “bağımsızlık” mı?

“Miralay” mı, “albay” mı?

“Sıhhiye” mi, “sağlık” mı?

Duraksar, ikirciklenir, sonunda anlamı düşürmeden tümcenin yapısını değiştirmek zorunda kalabilirsiniz.

 

Kadınsız roman

Bir başka yapısal zorluk, romanın kurgusuna dilediğiniz ayrıntıda, dilediğiniz boyutlarda kadın-erkek ilişkisi koyamamaktan gelir. Kaçgöç baskısı altındaki toplumda sevgiler, seviler, tanışıp görüşmeler bile kaçamaktır. Kadın-erkek yakınlaşması, her aşamasında nişanlılığı, evliliği beraberinde getirir ya da gelenek, görenek dışı istemediğiniz düşlemlere (fantezilere) sürükler konuyu...

Olayların geçtiği köyler, kentler, yollar, limanlar, taşıtlar da bugünküler değildir. 100 yıl önceki bir romanın üstünde çalışmak demek, tarihi ile birlikte 100 yıl önceki coğrafyayı, teknolojiyi, toplumsal kurumları, o günkü nicelikleriyle, nitelikleriyle bilmek demektir. Abartmıyorum; sözgelişi Anadolu’daki toplam nüfusun 13 milyon, okuryazar oranının yüzde 7-8 dolaylarında olduğunu hiç akıldan çıkarmamak gerekir, 100 yıl önceki bir romanın üstünde çalışırken...

Gösterimdeki tarihi bir filmin eleştirisine ilişkindi sanırım; çok ilginç bir karikatürü anımsıyorum: Arka plandaki telgraf direklerinin önünde süvariler doludizgin; ön planda kaftanı, kavuğu, öfkesiyle bir vezir; “Tez kadillağımı getürün!” diye buyuruyor el pençe divan duranlara...

Güçlükler vardır, çoktur... Ama değişimin devinimini, gücünü de okura verecek olan tarihsel roman, yazın sanatının bu seçkin dalı, yaşamımıza kazandırdıkları ile bunu hak eder.

 

Evvel zaman içinde

-Bugün tarihe/ tarihsel olana ilginin nedeni nedir sizce?

Bir bakıma anlatı türlerinin yenilerindendir roman; masalların, söylencelerin yerini almıştır. Bizde; “Evvel zaman içinde” diye başlar masallar... İngilizcede; “Once upon a time” diye... Bunlar, ortaya çıkışında romanın tarihsel roman olduğunu anlatır sanki de...

Anadolulu ozan Homeros da kör bir gezgindir; Truva savaşlarını görmüş, izlemiş olamaz... Arkasından klasik romanın başyapıtı “Donkişot” gelir. O da tarihsel bir romandır. Tolstoy, “Harp ve Sulh”ü Napolyon’un Moskova’ya girişinden 60 yıl sonra yazmıştır. Örnekler çoğaltılabilir.

Kuşku yok; türlerinin içinde türünün anası, klasiği olan tür, tarihsel roman türüdür. Cumhuriyet’e gelindiğinde; şu savaş, bu savaş; şu padişah, bu padişahtan öte, bilimsel, belgesel (metodolojik) tarih çalışmalarının yapıldığı, tarih bilincinin oluşmaya başladığı söylenebilir.

Cumhuriyet’e, Türk Devrimi’ne karşıtlığı, kuşkuyu saplantı yapmış kimi yazarların, kendi düşleri çizgisinde, tarihsel olanı kullandıklarını da gözardı etmemek gerekir diye düşünüyorum. Kuşkusuz eksik, yanlış, saklı, örtülü bilgilendirmeleri de içerir bu amaçlarla ortaya konulan yapıtlar. Olumlu sayılan her gelişmenin bir olumsuz yanı da bulunuyor... Bu da öyle... Mustafa Kemal Paşa’yı Samsun’a götüren vapur, 200 şu kadar metre boyundaymış (!) “Resmi tarih” (ne demekse?), gerçeği gizliyormuş (!). Adam binecek, tez kadillağını getirin!..

'İsmet Paşa'nın 'Ağır Topları' romanından

İşgal, kollarını uzattığında...

Gün karardı. Ak, serpintili bir kar görüntüsü kapladı yolun üstünü... Alayut’a doğru ağaçların seyreldiği, yolun yarılandığı yerde atı kendi gidişine bıraktı Cezmi; eğildi, yelesini, boynunu okşadı atın...

“Bir, bir buçuk saat. Çoğu gitti...”

Gocuğunun yakasını kaldırdı, omuzlarının arasına çekti başını; “Çoğu giden ne?” Kendi sözünü sorgulayan incecik bir gülümseme belirdi yüzünde; “Yaşanacak yıllarsa, bilinmez... Kimse de bilmek istemez,” diye söylendi kendi kendine; “şu gün şurda. Neden bilinmek istensin ki? İyilerden iyi bir ölümün yeri yurdu bilinmez. Baytar olana yakışan da budur. Baytar olana da, dost düşman herkese de... Mal, can, ırz kaygısı... Yendin, yenildin...”

İşgal kollarını uzatıp Alaşehir, Kula, Ödemiş önlerine geldiğinde öyle çok da değildi silaha sarılanların sayısı... Malına, canına, ırzına zarar gelmeyeceğini umanlar, bekleyip görmekten yanaydılar. Eldeki silahları kaptırmamak, şurdan burdan kurtarılanları gerilere taşımak; kim olursa “Gönüllüyüm, vuruşurum!” diyenin eline verdiğinin arkasından bakakalmak... Adıyla, sanıyla Baytar Müfrezesi’nin müfreze olması zaman aldı. On sekiz ay, müfrezelerin ağırlıkta olduğu bir direnişten sonra, dört bin adamını çekti, Yunanlılardan yana geçti Etem!..

Etem’in boşalttığı geçitlere yakın konumdaki gönüllü müfrezeler; on sekiz aydan sonra ilk kez, Yunan topçusunun ağır ateşi altında, bir ileri bir geri, bulundukları yerlerde tutunmaya çalıştılar.” (s.150-151, Dünya Kitapları, 2003)

YARIN: BUKET UZUNER VE 'GELİBOLU'


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler