Mübadelenin 100. yılında mübadil ailelerin göç hikâyeleri

Bu bir yolculuğun hikayesi... Uzun, güç, yokluklarla, hastalıklarla dolu bu yolculukta acı var, ölüm var ve hep arkaya bakış var. Dört mübadil çocuğu ve mübadil torununun atalarından kalma göç öyküsü hüzünlü... Çünkü yarım kalmış herkesin hikâyesi birbirine benziyor. Özlem bitmiyor. Bıraktığı ağacına, bahçesindeki çiçeklere, yarım kalan kahvesine, toprağına özlem zaman geçtikçe daha da artıyor. Anneleri, babaları, neneleri, dedeleri doğduğu büyüdüğü toprakları anlatıyor çocuklarına ya da torunlarına. Birinci kuşak her şeye rağmen daha suskun, korkulu, ikinci kuşak bu korkunun içinde büyümüş, üçüncü kuşak araştırıyor köklerini, buluyor ve anlatıyor, yazıyor.

Yayınlanma: 30.01.2023 - 04:00
Mübadelenin 100. yılında mübadil ailelerin göç hikâyeleri
Abone Ol google-news

Bugün mübadelenin 100. yılında bizimle ailerinin hikayelerini paylaşan Aliye yenici, Pavlos Papadopoulos, Aynur Tümbek ve Kostis Kalsifotinos ile sohbet ettik.

SELANİK’TEN İZMİR’E ZORLU YOLCULUK!

Annesi muhacir Selanik'ten zorunlu göç ile gelmişler. Gözleri parlıyor; "Benim nenem Atatürk'ün komşusuymuş" diyor. Durumlar bozulunca gelmek zorunda kalmışlar. Babası ise Lozan Mübadili 1923'te 13 yaşındayken başlamış göç yolculuğu. 

Aynur Tümbek 2. kuşak mübadil. Birinci kuşak çoktan göçüp gitti. Gülcemal Vapuruyla başlayan yeni bir hayata ilk adım. Tümbek, "Babam, babasını hiç hatırlamıyor. Bulgar çeteleri pusu kurup öldürmüşler. Türkler Yunandan çekmemiş Bulgarlardan çektiği kadar. Çiftlikleri basar yağmalar, kötülükler yapar insanları öldürürlermiş. Babamın annesi ise beş yaşındayken hastalanıp ölmüş. Küçük yaşta başlamış babamın yarım kalmışlığı. 

Başlarında büyük erkek olmadığından neneleri, teyze, üç kadın ve bir dayıları en son köy imamıyla çıkıyorlar Gülcemal Vapuru'na binmek için yola. Vapur önce Urla’ya gidiyor onları bırakmak için. Urla’yı beğenmiyorlar. Babam anlatırdı: 'Aynur, şöyle dutluktu, böyle kestane, ceviz ağaçları vardı, çiftliğimizden sular akardı...' Ben gidip gördüm, sanayi şehri, Nausa, Türkçe adı Ağustos derlermiş. Kuzey Selanik... Hakikatten birahaneler var, daha modern yani daha şehre benziyor, fabrikalar sanayi, dut, ipek fabrikaları... Anlatırdı babağıcım. Bizde masal gibi dinlerdik. Sonra son durak Karaburun’a geliyorlar. Yayla köyü, mera, otlak yüksekti. Orada hayvancılık var, hala orada keçi kırma günleri olur, yaylayı vermişler. Tabii orasıda Rumeli köyüymüş şarapçılık, üzüm var. Bunlar Müslüman şarapçılık falan bilmiyorlar. Bir müddet hayvan alıp sattılar, öyle geçinmeye çalıştılar. Fakat bir dört sene tahmin ediyorum orada kalmışlar. Benim babam memlekette sabahtan öğlene kadar Türk okulunda okumuş, öğleden sonra Rum okulunda okumuş. Çok güzel Rumca konuşurdu babam. Ben 100’e kadar ingilizce sayamam ama Rumca sayarım. Sonra büyük nenelerinin de kocası ölmüş, teyze genç kız, çocuk yok. Nene başlarında sonra nenede ölüyor, kalıyor iki kardeş diyorlar biz burada yapamayacağız. Babamın büyük teyzesi Fethiye teyzesi, Bornova’ya gidelim, İzmir’e gidelim, oradan ev alalım çünkü Karaburun’da istikbal yok, o zamanın şartları tabii, şimdi turistik… Fakat şöyle bir kanun var, erkek çocuğu oradan çıkamaz, orada kök salması gerekiyormuş. Babamı kaçırmaları gerekiyor. O zaman kara yolu yok, gemi, küçük motorlar var. Çok akıllıymış o teyze onunda kocası ölmüş tek başına. Bindiriyorlar tekneye, oradaki askere, jandarmaya ‘oğlum, bu çocuğun ne annesi var, ne babası, hem öksüz hem yetim, bunu görme’ diyor. Asker ‘tamam, teyze üzülme’ deyip kaputunu üstüne atıyor. Sonra Bornova’ya gelip orada bir hayat kuruyorlar” diyor. 

ATATÜRK İLE TANIŞMA

Gözleri doluyor ama sohbet devam ediyor. Babasının hatırladıkça çok üzüldüğünü ama orada yaşamaya devam edemeyeceklerini de dile getirdiğini söylüyor. Tümbek, “Orada yaşamaları çok zordu, rahat vermiyorlardı. Çünkü yaşam şartları bozulmuştu. Mübadelenin yani Lozan olması gerekiyordu. Çok büyük bir Atatürk sevgisi vardı babamın. Hatta Atatürk’ü Bornova’da tanıma imkânı olmuş. Askerlik yapıyormuş, aynı zamanda oranın kantinini işletiyormuş, yemek çok iyi yaparmış babam. Atatürk yanında kalabalık ile gelmiş. Demiş ki ‘Ne emredersiz paşam’, demiş ki ‘kuru fasulye, evladım’. Bunu defalarca anlatır, anlatırkende gözleri parlardı. Babamdan mutlu yoktu o an” diyor. 

 2. kuşak mübadil Aynur Tümbek

Mutlulukta, hüzünde geride kalmış diyor Tümbek ve devam ediyor anlatmaya; “Mesela babam o çocuk aklıyla yardıma gidermiş. İki taraflı çete, onlar öldürüyorlar ama babaları da karşı tarafa gidiyorlar. Sepetlerin içinde silah taşırmış, ufakmış o zaman, beş, altı yaşlarında… Hatta bir gün, bir Bulgar diyor ki babama ‘gel bakalım, ne var o sepette’, ‘ekmek’ diyor, üstte ekmek hâlbuki altta silah var. “Bizler Türk askeri değiliz, istemeyiz ekmeği” gibi de bir laf ediyor Bulgar. Demek istediğim şu, olması gerekiyordu. Gerçi Bulgarlar uğraştı, Yunanlılara yaradı, onlar savaştı, Rumlar kondu. Ama şehirde de Rumlar rahat vermiyormuş Selanik’te. Hep olaylar var. Nenem derdi tekrar gideceğim, illa ki evimi göreceğim. Erkek kardeşi o zaman Selanik’teymiş, oğlu olmuş adını Kemal koymuşlar. Dedem, ‘İyi Fatma demiş, sana 15 günlük pasaport çıkarayım kalk git, hem evini, hem kardeşinin doğan çocuğunu gör’ kalkıyor gidiyor. 15 gün sonra kapı çalınıyor, Rumlar ‘artık senin gitme vaktin, doldu süren’ diyorlar. O zaman anlıyor ki bir daha burada barınamayacağız. O zamana kadar İzmir’de hep geri gidermiyiz acaba diye kira da oturmuş, bu olaydan sonra sonra ev satın almışlar. Hayatın orada olmayacağını ikinci gidişinde fark ediyor” diyor. 

Tümbek, yıllar sonra babasının doğduğu evi görmeye gitmiş. Tümbek, “Göremedim çünkü istimlak olmuş, Atatürk’ün evi cadde üstünde kalmış, hâlbuki sokak arasında bir evmiş, onun kesiştiği yolda da nenemin evi varmış ama yok” diyor. 

PİRE LİMANI’NA VARIŞ!

Pavlos Papadopoulos, dedesinin adını taşıyor. Dedesinin takma adı ise ‘Deli Pavlos’muş. Girit’te yaşayan Papadopoulos gazeteci ve tiyatro oyuncusu. Annesi tarafından üçüncü kuşak mübadil olan Papadopoulos’un ailesi Gümüşhane’den, Pire’ye sonra ise Kuzey Yunanistan’a göçmüş.

3. kuşak mübadil Pavlos Papadopoulos bir piyeste.

Papadopoulos’a göç yolculuğunu soruyorum, buruk bir heyecanla anlatıyor; “Ailem Gümüşhane’den Karadeniz sahiline iniyorlar. Orada gemiler varmış, onlara binmişler ama para yok. Onlarda para olmayınca, nişan yüzüklerini para yerine vermiş. Bir de gemi de tatsız bir olay yaşanmış, Dört kardeşi vardı annemin, bir tanesi yolculukta hastalanıyor ve mecburen onu denize atıyorlar. Bu acı olay hiç unutulmadı bizim evde. her zaman anlatılır hüzünlenirdik. Sonra ortam karışık, zor şartlar altında Pire Limanı’na varmışlar. Benim dedemin kardeşleri pek serüven sevmezdi. Onun için Pire’ye yerleşmişler. Ama dedem daha kuzeye doğru Yunanistan’ın Makedonya kısmına gidiyor. Orada, Edessa, eksi adı Vodina olan şehre yerleşmişler. Onlara, 24 dönümlük bir arazi veriyorlar. Ondan sonra tarımla uğraşıyor, küçük bir otel işletiyor, hayatı böyle devam ediyor” diyor. 

Papadopoulos’un dedesi Gümüşhane’de yaşarken bir fırını varmış. Dedesi Türklerle ilişkilerini hep çok iyi diye anlatırmış. “Dedem düşmanlık falan yoktu. Normal bir yaşam vardı iki toplum arasında derdi” diyor. 

Giderken Türk, komşuları arkadaşları çok ağlamış arkalarından... Papadopoulos, “Dedem anlatırken yaşlar akardı gözlerinden. Dedem yolculuk başlamadan ‘Türkler ile karışılıklı ağladık, iyi dostlukları kaybediyoruz’ diye, derdi.

"SEREZ OVASI, ALTIN YUVASI"

Aliye Yenici, ikinçi kuşak mübadil. Göç yolculuğunu, annesinin anlattıklarını kaleme almak, onları kaydetmek istemiş ama olmamış. “Keşke daha çok sorsaydım, annemden veya büyüklerimden öğrenseydim. İçimde bir özlem mi diyeyim, yoksa o zamanın yaşantılarını anlamak, tarihi yaşamak gibi bir duyguya mı kapıldım ama hiçbirini de yapamadım. Hatta günü gününe yazmak o kadar çok istedim ki olmadı. Şimdi de soracak kimse kalmadı. En yaşlı benim şu anda ailede. Hepsi öldüler zaten ben en küçükleriydim. Annem babam Serez’den geldikten sonra, biz beş kardeşiz, en büyük abiyim orada doğmuştu. Serez’den altı aylık bebek olarak geliyor, Edirne’ye yerleşiyorlar” diyor. 

Mübadil kızı Aliye Yenici

Zorlu ve yeni bir hayat başlıyor diyor Yenici, “Vatan değiştirmek, yer yurt değiştirmek ne kadar çileli bir hayat çekiyorlar orada ve geldikten sonra da. Tabii Cumhuriyetin ilk yılları biraz sancılı oluyor. Alışmak, yerleşmek, çocuk yetiştirmek ve derken babam ölüyor. Babam öldükten sonra, ben ilkokula daha yeni başlamıştım. Hayatı yeni öğrenmeye başladık, bir mücadele içine girdim” diyor. 

Annesinin anlattıklarını dün gibi hatırlıyor Yenici, “Annem canım derdi ki; ‘Serez ovası, altın yuvası’ bunu kaydedin lütfen! O kadar bereketliymiş ki toprakları... Annem ve babam ailesiyle Serez’in Leylekli Çınar Mahallesi’nde oturmuşlar. Anlatırdı annem ‘bahçemiz çok güzeldi, meyvelik, nar ağaçları, üzüm bağları ve çok bereketli topraklarımız vardı, biz orayı çok sevmiştik’ diye. Edirne’ye geldiklerinde çok zorlandılar. Tabii ki doğdukları yer vatan, o zaman Türk topraklarıydı oraları da! Yani Türk hâkimiyeti altında öyle ezilen, itilen, kakılan bir toplum değilmiş” diyor.

2. kuşak Mübadil Zehra Kirişçiler

Uzun bir sessizlik oluyor, iyi misiniz diye soruyorum. Kolay değil geçmişe dönmek özlem var hasret var, en sevdiklerimiz gitti mi? Dokunamamak, koklayamamak, duyamamak, görememek var. Bir şey hatırladığını anlıyorum söz sizde Aliye Hanım diyorum; “Dayımın yaşadığı bir olay geldi aklıma. Benim annem dört kardeşmişler, iki abisi var, bir de ablası! Benim büyük dayım bir gün alışverişe çıkıyor. Gidiyor bir bakkal dükkânına bir şeyler alırken, iki asker yanına yaklaşıyorlar. Ama bunlar Bulgar askeri! O zamanlar Yunanistan’da, yani o bölgeye, bir Yunanlılar, bir Bulgarlar hâkim olurmuş yaşantıya. Türkler azınlıkta! Bulgar askerleri bakıyor, dayımın ayağında çok güzel botlar var. O zaman potin derlerdi botlara… Çıkar onları ver bize diyorlar. Yok, veremem diyor, niye vereyim falan derken, bir kavga, gürültü, dayım iki askeri yere seriyor, pehlivanmış zaten… Sonra hızlıca eve geliyor, çabuk diyor beni saklayın, bu gece evleri basarlar, beni yakalarlar, öldürürler. Ve eve gelince onların evleri, annemin anlattığına göre, odalarının birinde bir gömme dolap var, küçük bir şey, içine bardak ve fincanlarını koyarlarmış. Fakat bu küçük dolabın arkası küçük bir odaya açılıyormuş, gizli bir oda! O bardakları, fincanları çıkarınca, hemen tahtasını itince, küçük gizli bir oda, içinde bir kişinin sığacağı kadar penceresiz, kapısı olmayan bir gizlenme yeri yapmışlar. Hemen dayımı oraya saklıyorlar. Ve o gece bütün evler aranıyor, taranıyor, her taraf didik, didik ediliyor. Bütün askerler geliyor, Bulgar çetecileri ve bulamıyorlar. Dayım orada iki üç gün kalıyor, neyse iş yatışınca artık çıkıyor meydana, bu hikâye ailemizde çok anlatılırdı, bizde çocukken dinledik, bende şimdi size anlattım.”

Göç yolculuğu sözde kolay ama yaşananlar hiç kolay olmamış. Babası göç yolculuğu sırasında hastanmış ve sonra hayata veda etmiş. 

O kadar zor şeyler anlattılar ki diyor Yenici ve ekliyor; “Bir vapur geziyor bölgeleri ve bütün hepsini topluyor. Çok büyük bir vapur hazırlanıyor. Herkes evinden küçücük bir denk hazırlayabiliyor. Bir yatak dahi alamıyorlar. Bir iki yorgan, çamaşırları, onların arasına koydukları tabakları az bir eşya ile yola çıkıyorlar. Ve tabii günlerce sürüyor bu yolculuk. Geldikleri zaman Türkiye’ye onları ince bir etütden geçiriyorlar yani hastalık var mı diye bakıyorlar. Babam çok üşütüyor yolculuk zorlu çünkü hastalanıyor. Zaten annemle babam arasında 20 yaş fark var. Annem 23 yaşında, babamda 43 yaşında, babam o hastalığı bir türlü yenemiyor. Ondan sonra Edirne’ye geliyorlar. Tabii oradaki mallarına evlerine karşılık bizimkilere bir ev veriyorlar. Birer bağ vermişler, küçük bir dükkân vermişler Edirne’de. Onlar evlerini bırakıp Yunanistan’a göçüyorlar, biz Türklerde gelip onların evlerine yerleşiyoruz. Yani onlar bizlerin evine biz onların evine. Mübadele demek bu demek! Karşılıklı bir alışveriş gibi, gidiş geliş gibi” diyor. 

Sonrası zorlu bir hayat. Yunanistan’dan geldikleri için bir müddet zorlanıyorlar. Ama öyle kalabalık gelmişler ki zamanla Edirne’de yaşayan halkın arasına karışmışlar. Zorluk daha çok maddi sıkıntılar çekmişler. 

Yenici, “Annem çok güzel Rumca konuşurdu. Şarkılar söylerdi bana. Hatta öğretirdi, ben o şarkıları okulda, sınıfta okurdum. Annemin babamın doğduğu yerleri görmek, istiyorum. Hala o eski evler duruyormuş. Bir zaman gidenler görmüş, söylediler. 

'YAZICI...'

Dedem annemin babası, yazıcıymış, Bir memur yani. Köy köy dolaşır, herkesin ürünlerini tespit eder, devlete ne kadar ürün verecekler, öşür denen bir şey var o zaman, öşür vergisi... İşte ekimle ya da yetiştirdiği ürünleri devlete veriyorlar. Dedemin, çok güzel bir atı varmış. Atıyla dolaşıyormuş. Bir gün Bulgar çeteleri, bu atla görüyorlar dedemi, ‘in aşağı’ diyorlar. ‘İnemem, bu benim ekmek teknem, ben bununla köy, köy dolaşıyorum, yazıyorum, çiziyorum ve devletime hizmet ediyorum’ diyor. Yok, vereceksin atı bize diyoryar ve bir dayak, alıyorlar atı elinden. Bulgar çeteleri, zaman zaman basarmış bölgeyi ve istediklerini öyle zorla alırlarmış. Ondan sonra tabii dedem üzülerek evine dönüyor ve üç dört gün sonra at geri geliyor. Uzak bir yer olduğu halde, bahçe çitlerini atlayarak gelince herkes çok seviniyor. Sanıyor ki atı saldılar o da evine geldi. Fakat biraz sonra evi basıyorlar askerler, diyorlar ki ‘sen nasıl olurda bizim aldığımız atı, gelip geri alırsın’ dedem,  ‘yok ben gelmedim kendi geldi’ dediyse de bir türlü inandıramıyor. Bunun üzerine dedemi çok dövmüşler. Dedem ondan sonra hasta olmuş ve ölümüne de sebep olmuş bu olay. Bunu anlattıkça biz çocuklar masal gibi dinlerdik ve çok üzülürdük o küçük yaşımızda. Yani biz Yunanlılardan çekmemişiz, Bulgarlardan çektiğimiz kadar, o zaman anladık, Bulgar çeteleri çok kötülük yapmış Türklere. Ve tepeler, çeteciler denirmiş, her gece köyleri basarlar, evleri basarlar, kaçırırlar, yağma ederler, sonrada kaçıp giderlermiş. Annem o kadar ürkek bir insan olmuştu ki, her gece kapıları kilitleyin, aman kapıları açık bırakmayın diye bizi hep uyarırdı. O korku yerleşmiş içlerine, şimdi aynı korku bende de var. Herhalde dinledim diye. Şimdi bende geceleri kapılarımı kapatmadan duramam” diyor. 

DİDİM’DEN GİRİT’E BİR SERÜVEN...

“Kostis Kalsifotinos, ben Girit’te Agios Nikolaos’ta doğdum. Dedem Didim’deki Apollon Tapınağı’nın orada, eski adı Yeronda olan, tapınağın tam yanı başında iki katlı bir evde doğdu” diyor. Bu ev günümüzde hala eski görüntüsüyle ayakta. Evi restore eden bir aile, orayı şimdilerde butik otel olarak kullanıyor. Hatta otelin sahibi Mustafa Şentürk alttaki ilk odayı da Türk/Yunan dostluk evi yapmış. Yıllar sonra atalarının yaşadığı evi görmek için Didim’e giden Kalsifotinos, dedesinin ve altı çocuğunun yer aldığı bir fotoğrafı hediye ediyor. Bugün o fotoğraf Türk-Yunan dostluk odasında duruyor çünkü; fotoğraf vaktiyle o odada çekilmiş. 

3. kuşak mübadil Kostis Kalsifotinos

Kalsifotinos’un ailesi, söylentilerden korkmuş ve bir tekneyle Santos Adasına gitmiş fakat orada gördükleri manzara daha korkutucuymuş, ada tıklım tıklım ve salgın hastalıklar, yine atladıkları bir nekneyle bu seferde İos Adası’na gidiyorlar. Hastalıklar ve göç koşulları nedeniyle nenesi İos adasında ölüyor ve dedesi altı çocukla birlikte kalıyor. 

Kalsifotinos, “O zamanın şartlarıyla, bu adalarda ekonomik durum feci, dedemin altı tane çocuğu varken geçinmesi mümkün değildi. Sonra başka bir adaya geçiyorlar ve kısa bir müddette burada kalıyorlar. Burada Girit’e giden bir teknenin kaptanını buluyor, kaptan ona diyor ki, ‘Bu ada küçük, sen Girit’e gel’ Girit gayet büyük bir ada olduğundan dolayı, ekonomik durumu daha iyi, daha büyük fırsatlar var” diyor.

Kalsifotinos ailesinin yaşadığı ev bugün hâlâ ayakta...

Ve bunun üzerine Kalsifotinos ailesinin Girit yolculuğu başlıyor. Teknede çuvalların arasında dedesi Girit Adası’nın Agios Nikolaos Limanı’na geliyor. Sonrası zorlu diyor Kalsifotinos ve ekliyor; “Burada tanımadığı bir yere geldi, çok zorluklar çekmiş, o çocukların barındırması, yemesi içmesi... Bir de bir kadının yapıp da erkeğin yapamadığı işler de var. Buraya geldiğinde buradaki halk ona yardımcı olmuş, acımışlar o kadar çocuklu biri, önce küçük bir dükkân açtı, ondan sonra bir tane bakkal dükkânı açıyor. Ve kız kardeşlerin en büyüğü, büyük abla rolüne geçmiş ve biraz da eli tutuyormuş, onların elbiselerini dikmiş işlerini yapmış. Sonra, amcalarım, halalarım büyüyünce çalışmaya başlamış ve ekonomik durumları da yavaş yavaş düzelmiş.” 

Bir akarsu gibi herkes giderken Kalsifotinos ailesinin kalmasıda olmazdı. Fakat dedesinin abisi, yaşlı olduğundan, “Ben böyle bir yolculuğa çıkarsam ölürüm” demiş ve o kalmış. Onun adı da Kostantinos’muş. Kostis Kalsifotinos, bir ailenin üçüncü çocuğu olunca, diğer dedenin adını koymuşlar. Dedesi geride kalan kardeşinin adının konmasını istemiş. Çünkü ağabeyinden bir daha haber alamamışlar.


İlgili Haberler

Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon