Alev Coşkun

Padişahlığın sonu... 100 yıl önceki Meclis kararı

06 Kasım 2022 Pazar

100 yıl önce, 1 Kasım 1922, günlerden çarşamba, Meclis iki maddelik bir kanunu kabul ederek padişahlığı kaldırdı. 1299 yılında kurulan Osmanlı Devleti ve padişahlık tam 623 yıl sonra tarihin derinliklerine gönderildi. Bu son derece önemli bir devrimdi ve Cumhuriyetin ilanının önü açılmıştı.

100 yıl önce gerçekleşen bu önemli konuyu, altyapısı ve arka planı üzerinde durarak irdeleyeceğiz. 

Atatürk Nutuk’ta Milli Mücadele’nin başlarında padişahın durumunu şöyle anlatıyor:

“… Millet ve ordu, padişah ve halifeliğin hainliğinden haberdar olmadığı gibi, o makama ve o makamda bulunana karşı asırların kökleştirdiği din ve gelenek bağları dolayısıyla da içten gelerek boyun eğmekte ve sadık…” (Nutuk, s.8.)

Bu nedenle Mustafa Kemal konuşmalarında “Padişahımız, halife hazretleri yabancıların elinde esirdir… Onu kurtaracağız” diyordu.

Birinci Meclis’i oluşturan milletvekillerinin yapısı çeşitliydi. Kimisi medrese kökenli, kimisi din hocası, kimisi yönetici ve askerdi. Özellikle, medrese kökenliler ve hocalar hilafet ve saltanata bağlıydılar. 

Milli Mücadele hareketinde Atatürk’ün yakın arkadaşlarının çoğu da padişahlık ve halifeliğin devamını istiyorlardı.

Önce bu konuyu açığa çıkaran önemli bir olayı ele alalım.

‘Heyecana yer yok’

Başbakan Rauf Orbay, 19 Temmuz 1922’de Mustafa Kemal’e önemli bazı konuları görüşmek isteğini bildirdi ve Refet (Bele) Paşa’nın Keçiören’deki evine akşam yemeğine davet etti. Dört eski arkadaş Mustafa Kemal, Rauf Orbay, Refet Bele ve Ali Fuat Cebesoy buluştular.

Bu dört kişinin Milli Mücadele’yi ilk açıklayan Amasya Bildirisi’ne imza koyanlar olduğunu belirtmeliyiz.

Atatürk, Rauf Orbay’dan padişahlık ve halifelik konusundaki kişisel düşüncesini sordu. Rauf Orbay’ın yanıtı şöyledir: 

“Ben padişahlık ve halifelik makamına vicdan ve duygu bakımından bağlıyım. Çünkü, benim babam padişah ekmeğiyle yetişmiş, Osmanlı Devleti’nin ileri gelen adamları arasına geçmiştir. Benim de kanımda o ekmekten kırıntılar vardır. (...) Padişaha bağlı kalmak borcumdur. Bu makamı kaldırmak, yıkıma yol açar, büyük acı doğurur.” (Nutuk, s. 464.) 

Refet Bele de bu görüşe aynen katıldığını; Ali Fuat Paşa ise Moskova’dan yeni geldiğini ve durumu inceleyeceğini bildirdi.

Mustafa Kemal şu yanıtı verdi: “Söz konusu ettiğiniz sorun, bugünün işi değildir. Meclis’te bazılarının korkup aceleye ve heyecana kapılmasına da yer yoktur” dedi.

Daha sonra neler olduğunu biliyoruz. Kuvayı Milliye orduları 9 Eylül 1922’de İzmir’de zafere ulaştı. Ateşkesten sonra Barış Konferansı için hazırlıklar başladı. 

‘Gizli talimat almış bir kişiyi İstanbul’a gönderin’

17 Ekim 1922’de, Osmanlı Devleti’nin sadrazamı Tevfik Paşa’dan Mustafa Kemal’e, kişiye özel bir telgraf geldi. Sadrazam Tevfik Paşa, kazanılan zaferin önemini vurguluyor; bu zaferin İstanbul ile Ankara arasındaki anlaşmazlığı ortadan kaldırdığını belirtiyordu. İstanbul hükümetinin Barış Konferansı’na davet edildiğini, barış görüşmelerine gidecek olan İstanbul ve Ankara delegelerinin bir görüş etrafında birleşmelerinin yararlı olacağını belirtiyordu. Tüm bu nedenlerle Ankara ve İstanbul’un görüşüp uzlaşmaya varabilmesi için “Mustafa Kemal’den gizli talimat almış bir kişinin çok acele İstanbul’a gönderilmesini” istiyordu.

Sadrazam Tevfik Paşa’nın telgrafının anlamı şuydu: “Zafer kazanıldı, padişah yerinde oturuyor. O nedenle, Barış Konferansı’nda görüşülecek konular üzerinde konuşup uzlaşmaya varalım.”  

Sadrazam bu telgrafıyla zafere açıkça ortak oluyordu. Atatürk, Sadrazam’ı muhatap almadı. “Barış Konferansı’nda Türkiye’yi ancak TBMM temsil edebilir. Asıl yetkili TBMM’dir” dedi. 

Büyük devletlerin stratejisi 

İşin esası şudur: Birinci Dünya Savaşı’nın galipleri (İngiltere, Fransa, İtalya) hem İstanbul hem de Ankara’yı Barış Konferansı’na davet ederek konferansta İstanbul-Ankara çelişkisi yaratmak ve bundan yararlanmak istiyorlardı. TBMM’de bu ikili davetin doğal olduğunu kabul eden ciddi bir grup vardı. Halifeye ve saltanata bağlı olanlar, zaten Milli Mücadele’nin ve üç buçuk yıl süren savaşların “padişahımızı esaretten kurtarmak için” yapıldığına inanıyorlardı.

‘Saltanat tarihe karışmıştır’

Bu arada İstanbul Hükümeti’ne, Avrupa devletlerinden, Lozan Konferansı için resmen davet mektubu geldi. Sadrazam Tevfik Paşa, bu kez 29 Ekim 1922’de doğrudan Meclis Başkanlığı’na başvurdu. “Eğer İstanbul hükümeti olarak konferansa katılınmazsa 600 yıllık saltanatın yok olduğunun kabul edilmiş olacağını” belirtiyordu. Bu nedenle görüşüp uzlaşma sağlanması için ya kendilerinin Ankara’ya ya da Ankara’nın İstanbul’a bir temsilci göndermesini istiyordu.

Osmanlı Devleti’nin Sadrazamı bu girişimleriyle, kazanılan zafere açıkça ortak olmak istiyordu.

Sadrazam Tevfik Paşa’nın bu telgrafı, TBMM’de gergin ve tartışmalı, sıcak günlerin yaşanmasına neden oldu. Padişah onayıyla düzenlenen isyanlar, Kuvayı Milliye’yi engelleyici tutum ve davranışlar, İngilizlerle yapılan işbirliği, Mustafa Kemal başta olmak üzere Kuvayı Milliye liderlerinin idama mahkûm edilmeleri nasıl unutulabilirdi? 

Heyecanlı gün 

30 Ekim 1922, Pazartesi, Meclis’te çok heyecanlı, çok sıcak, sert ve yakıcı tartışmaların yaşandığı bir gün oldu. Önce Mustafa Kemal kürsüye çıkarak Sadrazam Tevfik Paşa’nın gönderdiği telgraf hakkında bilgi verdi ve görüşlerini açıkladı.

Osmanlı İmparatorluğu’nun son sadrazamı Tevfik Paşa

81 imzalı önerge 

Konuşmalar uzayınca, Meclis Başkanlığı’na Sinop Milletvekili Dr. Rıza Nur ve arkadaşlarının imzaladığı bir önerge verildi. Bu önergede: 

• Osmanlı İmparatorluğu’na ait padişahlık yönetiminin tarihe karıştığı; 

• Anayasaya göre egemenlik haklarının millete ait olduğu belirtiliyor ve padişahlık hakkında da yasal işlem yapılması isteniyordu. Bu önergeyi Mustafa Kemal de imzalamıştı.

Önerge alkışlarla destekleniyordu. Ancak konuşmayan, sessiz kalan bir milletvekili grubu vardı. Önergenin aleyhinde bir iki milletvekili söz aldı. Sonunda yapılan oylamada 132 milletvekili kabul, 2 milletvekili ret ve 2 milletvekili çekimser oy kullandı. Halifeliği ve saltanatı destekleyen bir grup milletvekili oylamaya katılmadılar. Halife ve saltanat yanlısı olan bu milletvekilleri, oylama sırasında Meclis salonundan çıktılar.

Yeterli oy çıkmadı

Böylece yeterli oy sağlanamadı. Oylamanın tekrarlanması 1 Kasım 1922 gününe bırakıldı. Oylamaya katılmayarak önergenin kabul edilmesini engelleyen milletvekilleri, kuşkusuz saltanatı ve Padişah Vahdettin’i destekliyorlardı.

Konu bir gün sonra yeniden Meclis’e geldi. Atatürk konuyla ilgili olarak şöyle diyor: “Meclis’te geniş bir konuşma yapmak gereğini duydum. İslam ve Türk tarihinden örnekler vererek hilafet ve saltanatın ayrılabileceğini, milli egemenlik ve saltanat makamının TBMM olabileceğini, tarihi olaylara dayanarak açıkladım...” (Nutuk, s.467)

Mustafa Kemal’in stratejisi, saltanatla halifeliği ayırarak, padişahlık makamına son vermek üzerinde kurulmuştu.

Komisyondaki durum 

Çeşitli görüşlerin birleştirilmesi için, önergeler Anayasa, Adalet ve Şeriye komisyonlarının ortak toplantısına gönderildi. Ancak özellikle Şeriye Komisyonu üyesi hocalar direniyorlar, uzun konuşmalar yapıyorlar, hatta açıkça “hilafet ve saltanatın birbirinden ayrılmayacağını, bu nedenle saltanatın korunması gerektiğini” savunuyorlardı. Hiç kimse de cesaret edip bu iddialara yanıt veremiyordu.

Sonunda, Mustafa Kemal dayanamadı, söz istedi. En arkada olduğu için, önündeki sıranın üstüne çıktı ve yüksek sesle konuşmaya başladı. Bu konuşma, Nutuk’ta özetlenmiştir. 

‘Egemenlik ve saltanat makamı TBMM’dir’

Atatürk şöyle diyordu:

“Efendim; hâkimiyet (egemenlik) ve saltanat hiç kimse tarafından hiç kimseye ilim gereğidir diye, görüşme ve tartışmayla verilmez. Hâkimiyet, saltanat, kuvvetle, kudretle ve zorla alınır... Şimdi de Türk milleti artık dur diyerek, hâkimiyet ve saltanatını fiilen kendi eline almış bulunuyor. (…) Söz konusu olan, millete saltanatını, egemenliğini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız meselesi değildir. Mesele zaten oldubitti haline gelmiş olan bir gerçeği kanunla belirtmekten ibarettir. Bu mutlaka olacaktır. Burada toplananlar, Meclis ve herkes konuyu doğal olarak karşılarsa, sanırım ki uygun olur. Aksi takdirde, yine gerçek, usulüne uygun olarak ifade edilecektir. Fakat belki de bazı kafalar kesilecektir.

İşin ilim yönüne gelince, hoca efendilerin merak ve endişeye kapılmalarına yer yoktur.” (...) “Bu konuda ilmi açıklamalarda bulunayım dedim ve uzun uzadıya birtakım açıklamalar yaptım. Bunun üzerine, Ankara milletvekillerinden Şeriye Komisyonu üyesi Beynamlı Hoca Mustafa Efendi, ‘Affedersiniz efendim. Biz konuyu başka bakımdan ele alıyorduk; açıklamalarınızla aydınlandık’ dedi. Konu sonunda karma komisyonca kabul edilerek çözüme bağlandı.” (Nutuk, s.468)

Bir devrim 

Mustafa Kemal, Meclis çatısı altında ilk kez bu derece kesin konuşuyordu. Hatta “Bazı kafalar kesilecektir” cümlesini Meclis’te ilk kez kullanıyordu. Ancak artık köhnemiş bir saltanatın, kesin bir kararla sona erdirilmesi söz konusuydu. Bir devrim söz konusuydu. Ondan başka birisi de bu konuşmayı yapamazdı. Başkomutan olarak, vatanın düşman işgalinden, milletin yabancı boyunduruğundan kurtarılmasında liderliği üstlenmişti. Aslında, yaptığı konuşma ile yeni bir şey söylemiyor, Kuvayı Milliye’nin temel ilkelerini dile getiriyordu.

Demokrasiye uygun mu? 

Mustafa Kemal’in Meclis Komisyonu’nda yaptığı bu konuşmadan 50 yıl, 80 yıl, 90 yıl sonra, bu konuşmayı demokratik bulmayanlar, “Ama bu konuşma demokrasiye uymuyordu” diyenler çıkmıştır. Bundan sonra da çıkacaktır.

Atatürk’ün yaptığı bu konuşma, o günün koşullarında değerlendirilmelidir. Tersi durumda tüm yorumlar boşlukta kalır. Unutulmasın ki bir dönem kapanıyor, Cumhuriyet dönemine adım atılıyordu. Bir devrim yapılıyordu. Tarihte hangi devrim demokrasi ile gerçekleşmiştir? Fransız Devrimi’nde giyotinler işledi, hatta ihtilal kendi çocuklarını yedi. Amerikan bağımsızlık hareketi bir savaş sonucu elde edilmiştir. 1917 Rusya Büyük Ekim Devrimi’nde de aynı sahneler görülmüştür. Türkiye’de de bir devir kapanıyor, Cumhuriyet dönemi açılıyordu.

Oylama sonucu 

Meclis İkinci Başkanı Adnan (Adıvar) komisyondan gelen tasarıyı okuttu. Saltanatın, İstanbul’un hukuken işgal tarihi olan “16 Mart 1920’den itibaren kaldırılmış sayılmasını” öngören tasarı, şiddetli alkışlarla kabul edildi. Meclis başkanının “oybirliği ile” sözüne karşı sadece Lazistan Milletvekili Ziya Hurşit, “Ben karşıyım” diye bağırdı.

Osmanlı saltanatının yıkılış ve göçüş töreninin son aşaması böyle geçmişti:

Böylece Cumhuriyete giden yolda en önemli engel Osmanlı saltanatı kaldırılmış, 600 yıllık padişahlık tarihinin derinliklerine gönderilmişti.

Bu olaydan tam 1 yıl sonra 29 Ekim 1923’te Cumhuriyetin ilanı gerçekleşti.

 



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Atatürk ve karşıdevrim 10 Kasım 2024

Günün Köşe Yazıları