“ Anayasal Vatandaşlık” kavramı, ulusal devleti, din, dil, ırk gibi tarihten ya da coğrafyadan gelen “kültürel kimlikler” yerine, mensup olunan ülkenin siyasal kimliğine ve bu ülkenin “eşit haklara dayalı vatandaşlığına” bağlayan bir anlayışı dile getirmektedir.
Bu niteliğiyle, “Kültürel Kimliklerin”, Faşistlerin elinde istismar edilmesini engelleyen, “Demokratik” ve “Eşitlikçi” bir “Hukuki ve Siyasal Kimlik” olarak ortaya çıkmıştır.
***
Anadolu toprağı pek çok farklı uygarlığa beşiklik etmiştir.
Bu nedenle de, gerek geçmişte gerekse bugün, bu topraklar üzerinde, din, dil, ırk bakımından çok değişik kimlikler taşıyan insanlar kimi zaman barış içinde, kimi zaman birbirleriyle savaşarak, ama her zaman “birlikte var olmuşlardır”.
İşte Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu genç Cumhuriyet, tüm bu toprakların ve bu insanların, bu uygarlıkların mirasçısıdır.
Atatürk 1930’da, “Türk Milleti” tanımını, ırk ya da din üzerinden değil, Türkiye Cumhuriyeti üzerinden siyasal olarak yapmıştır:
“Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” demiştir.
Nitekim Cumhuriyetin kuruluşunun 10. yılının kutlandığı 1933 yılında, “Ne mutlu Türküm diyene” sözüyle, Millet tanımını ırka veya dine değil, bireysel tercihe, kişisel iradeye bağlamıştır.
1924 Anayasası da Madde 88’de “Türk” tanımını şöyle yapmıştır:
“Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibarıyla Türk ıtlak olunur.”
Mevcut Anayasamız da, 66. maddede “Türk” tanımını, ırka veya dine değil, “Vatandaşlığa” bağlı olarak yapmıştır.
“Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür. Türk babanın veya Türk ananın çocuğu Türktür.”
Yine mevcut Anayasa, 10. maddede, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan bütün “Farklı Kültürel Kimlikler” arasındaki eşitliği şöyle vurgular:
“Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.”
***
Pek doğal olarak, tarihten gelen “talihli” ya da “talihsiz” ilişkiler bugünü de etkilemektedir.
Örneğin geçmişte, Din/Tarım Toplumu yapısından kurtulamamış olan ve bu nedenle de batan Osmanlı İmparatorluğu’ndaki egemenler, yani Tarikatlar (Şeyhler, Şıhlar) Toprak Ağaları (Eşraf ve Ayan) Osmanlı’yı sömüren Emperyalistler ve işbirlikçileri, kendi egemenliklerine son veren Laik Cumhuriyet’e düşmandırlar.
Örneğin, Ermeni vatandaşlarımızla, tarihten gelen, isyanlardan, Rus/Ermeni işgallerinden, bunların sonucunda ortaya çıkan sürgünlerden kaynaklanan “talihsiz” ilişkiler söz konusudur.
Buna karşılık, aynı tarih, Musevi vatandaşlarımızla “talihli” ilişkilerin birikimini yansıtır.
Kürt vatandaşlarımızın, Emperyalistlerin, Saray’ın ve Dincilerin kışkırtmalarıyla, gerek İstiklâl Savaşı sırasında gerek Cumhuriyetin ilk yıllarında, özellikle de Musul ve Kerkük sorunu Milletler Cemiyeti’nde tartışıldığı sırada görülen isyanları, yine Emperyalistlerin Ortadoğu ve İsrail politikaları dolayısıyla, bugünkü ilişkileri de zedeleyici biçimde kullanılmaktadır.
***
Ulus Devletler, sömürülmeleri daha güç oldukları için Emperyalistler tarafından baş düşman muamelesi görürler.
Batı Emperyalizmi, Osmanlı’yı tam paylaşırken, kendisini yenen ve ülkeden kovan Mustafa Kemal Atatürk’ü de asla affetmemiştir.
Mikrodincilik ve mikromilliyetçilik, Emperyalistlerin Sovyetleri ve Ulus Devletleri yıkmak için kullandıkları en etkin iki ideoloji araçtır.
Nitekim, Irak, Libya ve Suriye’de Emperyalizm tarafından başarıyla kullanılan bu silahlar şimdi Türkiye’ye yöneltilmiştir.
Asıl sorun İktidarın bu saldırılar karşısındaki tutumunun, kendi ömrünü uzatmaya yönelik olan önlemler parantezine sıkışmış görünmesidir.