Irak ve Suriye’de IŞİD ile savaş, İslamcı ölüm kültünün devletinin yıkımıyla sonuçlanırken, Ortadoğu’da IŞİD öncesine göre çok daha karmaşık, patlayıcı bir karışım şekilleniyor
Suriye-Irak
İran’ın Irak yönetimi üzerindeki etkisi arttı, Suriye’de, Şam yakınında bir hava üssü ve Akdeniz’de bir deniz üssü inşa etme (BBC), mineral ve maden çıkartma imtiyazları elde etme konumuna geldi. Hizbullah savaşçıları, cephe savaşları konusunda deneyimlerle, büyük olasılıkla yeni silahlarla Lübnan’a dönüyorlar. Şimdi Hizbullah, artık tüm dikkatini, enerjisini Lübnan iç politikası üzerinde yoğunlaştırabilecek. Böylece İran’ın, Suriye’de kalcı bir varlık oluşturmuş olmanın yanı sıra, biri Suriye diğeri Lübnan üzerinden Akdeniz’e ulaşan iki koridoru etkisi altına aldığı söylenebilir.
IŞİD yenildi, kadrolarının bir kısmı Libya’ya kaymaya başladı, bir kısmı da Sina Yarımadası’ndaki gruba katılıyor. Mısır rejimi şimdi daha ağır bir güvenlik sorunuyla karşı karşıya. Mısır’ın, Gazze’de Hamas ile ilişkilerinin ötesinde yeni bölgesel, özellikle İran’ı hedef alacak Suudi projelerine aktif olarak katılmaya istekli olmayacağını düşünebiliriz.
Gazze’de Hamas, Batı Yakası’ndaki Filistin yönetimi yeniden bir birlik süreci inşa ederken, Hamas’ın İran’a Abbas’ın ABD/Suudi rejimine yakınlığı, resmi daha da karmaşıklaştırıyor.
Suriye ve Irak’ın Kürt bölgelerindeyse resim adeta bir mayın tarlası gibi. Örneğin, ABD destekli, Kürt ve Arap savaşçılarından oluşan Suriye Demokratik Güçleri IŞİD’i Rakka’dan çıkardılar, kente yerleştiler. Buna karşılık, İran’da “Yüce Lider”in baş danışmanı, Ali Akber Velayeti, Suriye güçlerinin en kısa sürede Rakka’yı kurtaracaklarını söylüyor. ABD destekli güçler ile Rusya destekli güçlerin doğrudan savaşma riski artıyor. Kürtlerin, hem Irak’ta hem de Suriye’de şekillenen, “yine ihanete uğradık” algısının tetikleyeceği tepkileri öngörmek de kolay değil.
Suudi- Israil ekseni
Suudi rejiminin başındaki Prens Salman, İran’ın, Suriye ve Irak’ta durumunu konsolide etmesinden, Lübnan ve Gazze’ye kadar uzanan hegemonyasından çok huzursuz. Ancak, Salman rejimi Yemen’deki vekâlet savaşının bataklığından çıkamıyor. İran’la doğrudan bir savaşı göze alamıyor. Onun yerine, Lübnan’da Hizbullah üzerinden İran’a karşı yeni bir cephe açmak istediği anlaşılıyor.
Salman rejimi, geçen hafta Lübnan Başbakanı Hariri’yi, önce istifa ettirdi sonra ev hapsine kapattı. Füze olayından sonra, adeta Lübnan ile Hizbullah’ı özdeşleştirerek, Lübnan’ın ülkesine savaş açtığını iddia etti; arkasından tüm vatandaşlarından Lübnan’ı terk etmelerini istedi.
Ancak, Suudi rejimi, Hizbullah’a yönelik bir askeri operasyonla bu kez Lübnan’a saplanmayı göze alacak gibi görünmüyor. Buna karşılık Lübnan’da, İsrail müdahalesini kışkırtacak bir durum yaratmaya çalışıyor. ABD’nin eski İsrail elçisi, Obama döneminde Ulusal Güvenlik Konseyi’nde BOP Direktörü Daniel Shapiro’nun Haaretz’deki yorumunda vurguladığı gibi, “Suudi rejimi Lübnan’da pis işlerini İsrail’e yaptırmayı planlıyor”.
Shapiro’nun uyarılarına ek, İsrail’de kimi savunma uzmanları, Hizbullah’la yaşanacak bir savaşın bu kez her iki taraf açısından çok daha yıkıcı olacağını, Suudilerin provokasyonuna gelmekten kaçınmak gerektiğini (Haaretz, 10/11/2017) düşünüyor.
İsrail yönetimi de İran’ın Suriye’de kalıcı bir varlık oluşturmasını istemiyor. Bölgede İran karşıtı, İsrail’i de içerecek bir ittifaka, bu bağlamda Suudilerin İsrail’e yaklaşmasına, iki ülkenin diplomatik ve istihbarat birimleri arasında gelişen işbirliğine olumlu bakıyor. Suudi rejiminin İran, Hizbullah karşıtı söylemlerini, Yemen’den atılan füze olayında olduğu gibi destekliyor.
Bu sırada İsrail, askeri kapasitesini, geçen haftalarda düzenlenen tarihinin en büyük kara savaş oyunları ve ABD, Almanya, Fransa, İngiltere, Hindistan’ın katıldığı büyük hava savaş oyunlarıyla artırmaya devam ediyor. Haaretz’de bir yorum, “her iki savaş oyununun da aslında bir Hizbullah savaşı simülasyonu olduğuna” işaret ediyordu.
Karmaşık ve patlayıcı
Yazarın Son Yazıları
Pazartesi günü, 2026’ya girerken ABD ekonomisinin çok kırılgan, küresel ekonominin resesyon eşiğinde olduğunu vurgulamıştım.
Dünya ekonomisi 2026’ya girerken resesyon sınırında (yüzde 3) yavaşlamaya devam ediyor, riskler ve büyüme önündeki engeller artıyor.
“Komisyon”, hukuki, idari ve anayasal bir zeminden yoksun.
The Economist 1990’larda, bir sayısında, finansallaşma başlarken 10 dev ABD bankasını kastederek “evrenin yeni efendileri” diyordu. Bu bankalar dünya borç piyasasında egemendi.
Serbest piyasa Ayetullahları sevindiler...
Küresel Organize Suç Endeksi’nin 2025 raporu açıklandı. Türkiye 2020’de 6.9 puanla 12. sıradayken bugün 7.2 ile 10. sıraya yükselmiş. Küresel ortalama 5.08. Bu endeks, sadece mafyanın gücünü ya da kaçakçılık hatlarını ölçmüyor; devlet içi yapılardan finansal suçlara, yargı bağımsızlığından ekonomiye sızmış suç ağlarına kadar geniş bir tabloyu ortaya koyuyor.
Küresel ısınma üzerine “Taraflar Konferansı” (COP30) Brezilya’da toplandı.
Emperyalist sistemin ABD, AB gibi merkezlerinin Türkiye gibi çevre ülkelerle ilişkilerinde demokrasi arzusu hiçbir zaman gerçek bir faktör olmadı. Bu ilişkiler her zaman çevre ülkenin ekonomik, jeopolitik açıdan kullanılabilir olma ilkesine dayandı.
Trump’ın başkanlığından hoşnut olmayanların oranı yüzde 60’ı geçti.
Busan’daki Trump-Şi zirvesi, yalnızca iki ülke arasındaki ticaret savaşında geçici bir ateşkes anlamına gelmiyor; aynı zamanda, 21. yüzyılın jeopolitik dengelerinde güç, liderlik gibi kavramların yeniden tanımlandığı bir döneme işaret ediyor. Zirvenin sonunda Trump’ın “12 üzerinden 10’luk bir görüşme” sözleri, Şi’nin ise “Dev gemiyi birlikte yönetiyoruz” vurgusu, ”yeni” bir durumu sergiliyor: Amerika artık “tek süper güç” değil.
Gözlerimizi gerçeğe açmamız gerekiyor.
Z kuşağının emeğin, doğanın, LGBTQ ve kadın haklarının değersizleştirilmesine, ırkçılığa gözetim kültürüne ve kurumsal otoriterliğe karşı zaman zaman isyana varan direnişi, yalnızca bir kuşak çatışması değil, sermayenin denetim kapasitesini sınırlayan tarihsel bir başkaldırı biçimi. Tam da bu nedenle, işletmelerinde kontrolü yitirme korkusu, teknoloji sermayesini giderek demokrasi düşmanı, hatta faşizan reflekslere sürüklüyor.
İsyan ve ekonomik kriz dinamikleri tarihte zaman zaman çakışıyor.
Geçtiğimiz günlerde, Altın 4 bin dolara ulaştı, piyasalarda “Borsa aşırı değerli” uyarıları sıklaştı. Jamie Diamond, Warren Buffet gibi ünlü yatırımcılar bu durumun sürdürülemezliğine işaret ediyorlar.
Gazze’de savaşın yerini alan ateşkes, ilk bakışta bir nefes alma imkânı sundu.
Cuma günü, Aurelien adlı bir yazarın “The cult of can’t” başlıklı denemesine rastladım. Perşembe yazımı okumuş olanların ilgisini çekeceğini düşünerek özetliyorum.
Kapitalizmin merkezlerinde (Anglosakson dünyada) uzun yıllar küreselleşmenin, teknolojinin (özellikle internet ve dijitalleşme) bizi “bugünden daha iyi” (özgür, demokratik, bolluk) günlere taşıyacağı anlatıldı.
Bu kez şanslıyım, önümde iki fotoğraf var. Meclis’in açılışında ve akşamında verilen davet sırasında çekilmiş bu fotoğraflar bugünkü siyasi şekillenmenin, “sağını-solunu”, çok güzel betimliyorlar.
Cumhurbaşkanının ABD ziyareti, MAPEG’in, 33 ilin topraklarını doğrudan madencilik yatırımlarına açması emperyalizm tartışmalarını yeniden canlandırdı.
Bilimde bazen bir sıçrama yalnızca araştırmacıların dar çevresini değil, tüm insanlığın geleceğini etkiler. 2020’de DeepMind’in geliştirdiği AlphaFold sistemi böyle bir andı.
“YZ dünyayı yutuyor” artık abartılı bir iddia değil.
Tsiridis’in çalışmasının en güçlü yanı, somut tarihsel analizleri belgelerle destekleyerek sivil toplumun (çoğunlukla göz ardı edilen) rolünü vurgulaması.
Dünya siyaseti ve ekonomisi, daha önce hiç görülmemiş bir biçimde birbirine benzeşen güç dinamikleriyle şekilleniyor.
Gazze’de yaşananlar, uluslararası medyada sıklıkla “çatışma”, giderek soykırım olarak tanımlansa da Prof. Jiang Xueqin olanların arkasında çok daha karanlık bir gerçeğin yattığını söylüyor.
ABD yönetimi, yeni savunma stratejisi raporunu, (QDR2001), 11 Eylül 2001 “olayının” tozu yatışmadan açıklamıştı.
Endonezya, yaygın protesto gösterileriyle sarsılıyor. Başkent Cakarta’dan ülkenin dört bir yanına yayılan bu olaylar, sadece yerel bir huzursuzluk değil, aynı zamanda küresel kapitalizmin çevre ülkelerde yarattığı derin eşitsizliklerin, devlet şiddetinin bir ürünü. İsyanın temelinde rejimin tüm kilit kurumların, parlamento dahil, içini boşaltmasıyla, demokratik haklarını kaybetmekte olduklarını hisseden geniş kitlelerin tepkisi yatıyor.
“Küreselleşme” yerini parçalanmaya bırakıyor, bir yeni-jeopolitik şekilleniyor.
Trump, seçim kampanyası boyunca, diktatör olmak dahil tüm arzularını açıkça söyledi. Dahası, Heritage Foundation “Project 2025” başlığı altında 900 sayfalık bir faşist devlete geçiş programı yayımladı. Bu program, devlet bürokrasisindeki özellikle de güvenlik bürokrasisindeki, “kurumsalcıları” ve “anayasalcıları” tasfiye ederek yerlerine başkana sadık olanları atamayı planlıyordu.
Uluslararası ilişkiler alanında yeni bir kavram var: “Ekonomik zorlama çağı” (Foreign Affaires).
Peki bu “ekonomik patlama” yaşanırken, insanların yerini YZ ajanları alırken, artan çıktıyı karşılayacak, kârların gerçekleşmesine, alınacak yatırım kararlarına kaynak olacak tüketici talebi nereden gelecek?
Rejim, seçimlerde kaybettiği belediyeleri geri alıyor, CHP’li belediyelerin liderliklerini tutukluyor, CHP’de Özgür Özel liderliğini tasfiye etmeye çalışıyor.
Amsterdam’da 1656 yılının temmuz ayında, 23 yaşındaki Baruch Spinoza, Avrupa’nın en güçlü sinagogunun önünde durdu, içeri girmeden derin bir nefes aldı.
ABD ekonomisinde, stagflasyon, “konut krizi” kaygıları artarken Trump, Ulusal Muhafızları, Washington DC sokaklarında konuşlandırdı...
Yaygın sıradanlaşmış, “veri hırsızlığı, sahte diplomalar (hoş değilmiş ama kazanç helalmiş), sahte imzalar” eşit (etnik) vatandaşlık topolojisi gibi çürüme semptomları üzerinde düşünürken aklıma eski bir yazımın başlığı geldi: “Hazırlıksız yakalanacağız”.
Köyler, dinler, mezhepler, tarikatlar, kabileler, fraksiyonlar...
İskoçya’da imzalanan ABD-AB ticaret anlaşmasını, bir yorumcu, İngiltere’nin “Süveyş anına” benzetti. İngiltere, 1956’da Fransa ve İsrail ile Süveyş Kanalı’nı ele geçirmek için hamle yaptığında, ABD’nin, “Geri çekilmezsen finansal sistemini çökertirim” tehdidine boyun eğmiş, artık hegemonyacı bir güç olmadığını öğrenmişti. Sanırım, bu anlaşmayla, Avrupa Birliği de ABD ve Çin’in yanında 3. bir küresel hegemonya merkezi olmadığını anladı.
Çin liderliğinin iki yol ayrımı önünde tercih yapması gerekiyor.
Kürt hareketinin siyasi ve askeri temsilcileri uzun erimli bir proje bağlamında süreci ilerletebilecek bir fırsat yakaladıklarını düşünüyorlar. Haklı olabilirler. Ancak süreci doğru anlamlandırabildiklerinden emin değilim. Bugüne kadar Kürt halkının haklar ve özgürlükler taleplerini her zaman desteklemiş biri olarak düşüncelerimi paylaşmak istiyorum.
Japonya’da pazar günü yapılan “Üst Meclis” seçimleri, ülkenin siyasi manzarasının değişmeye başladığını gösteriyor...
Ortadoğu’daki gelişmeleri jeopolitiğin gözlükleriyle okuma alışkanlığı yaygın. Halbuki, “jeopolitik”, devletlerin, “coğrafya kontrolü” konusundaki arzularına, kaygılarına ilişkindir. Emperyalizm ise kapitalizmin andaki ve bu anı kapsayan dönemdeki özelliklerinin anlaşılarak eleştirilmesine...