Bu topraklarda uzunca bir süredir tuhaf bir hava dolaşıyor: Utanmamak, yeni bir erdem gibi sunuluyor. Pişkinlik “özgüven”, kabalık “doğruculuk”, hoyratlık “açık sözlülük” diye pazarlanıyor. Hannah Arendt’in cümlesi sanki tam bu iklim için söylenmiş: “Acı gerçek şu ki, kötülüğün büyük kısmı, iyi ya da kötü olmaya asla karar vermemiş insanlar tarafından yapılır.” Kötülük, çoğu zaman şeytani yüzlerden çok “tarafsızlık” kılığındaki kayıtsızlıktan besleniyor.
Tam da bu yüzden, aynı kelimeleri tersinden kurma ihtiyacı hissediyorum: “Utanmıyoruz” diyenlerin çağında, biz inadına utanalım. Ve bu utancı üç kelimede topluyorum: Vicdan, hafıza, sorumluluk.
Vicdan
Vicdan, kimsenin bakmadığı anda kendimize tuttuğumuz aynanın adıdır. Gündüzün gürültüsü içinde bastırdığımız, “herkes böyle yapıyor” diye susturduğumuz ince sızı; gecenin bir yerinde ısrarla kapıyı çalan ses. Gün boyu ihmal, adaletsizlik, yok sayılan hayatlar içeren haberler görüyoruz; bir cümlenin altına saklanmış kayıplar, tek satırlık “gereken yapılmadı” ifadeleri… İçimizde bir yer kısaca sızlıyor, sonra kaldığımız yerden devam ediyoruz.
Geçim derdi, yorgunluk, tükenmişlik elbette gerçek; ama tam o anda içimizden başka bir soru yükseliyor: “Bütün bunlar olurken ben neredeydim? Ne yaptım, neyi bilerek yapmadım?” Carl Gustav Jung, insanın kendi karanlığıyla yüzleşmeden tamamlanamayacağını hatırlatır: “Gölge düşürmeden nasıl var olabilirim? Bütün olabilmek için karanlık bir yanımın da olması gerekir.” Vicdan, bu gölgeye bakma cesaretidir. Utanmazlığın dili ise vicdanı yük gibi sunar, yüz kızarmasını zayıflık, özrü kayıp sayar. Oysa yanlışını görebilen, yüzleşebilen insan değişebilir; kendi karanlığını hiç görmeyen yerinde sayar.
Hafıza
Bu coğrafyada hafızayla sürekli pazarlık hâlindeyiz. Çok acı gördük, çok söz duyduk, çok yalan dinledik; ardından hepsinin üstünü yeni bir “gündem” örttü. Zaman geçtikçe tartışmalar değişiyor, kelimeler yenileniyor; dünün en yakıcı anları yavaş yavaş arka raflara kaldırılıyor.
Oysa hafıza, utancın kayıt defteridir. Oraya ne kadar çok isim, tarih, hikâye işlersek, aynı duvara aynı yerden çarpma ihtimalimiz o kadar azalır. Hatırlamak, yalnızca duygusal bir “geçmiş özlemi” değil, unutmaya karşı verilen mücadeledir. Adına “normalleşme” dediğimiz pek çok hâl, aslında bu mücadeleden sessizce vazgeçmenin adıdır. Unutmanın kısa süreli konforuna sığındıkça, bedelini gelecekte aynı acıların farklı kılıklarda yeniden karşımıza çıkmasıyla ödüyoruz. Hafızası zayıflamış bir toplum, bir yerden sonra utanma yetisini de kaybeder; ne yaşandığını, kimlerin bedel ödediğini unutan bir toplulukta vicdanın yön bulması neredeyse imkânsız hâle gelir.
Sorumluluk
Bir şeyler kötüye gittiğinde çabucak sarıldığımız cümle belli: “Onlar bu hale getirdi.” Evet, “onlar” var; karar vericiler, iktidar sahipleri, büyük güç odakları. Ve elbette ağır hataların sahiplerinden hesap sorulmalı. Ama yalnızca “onlar”ı işaret ettiğimiz her yerde kendimizi güvenli bir köşeye yerleştiriyoruz: “Benim bir payım yok; ben sadece seyircisiyim.”
Oysa sorumluluk, yalnızca büyük siyasi kararların içinde dolaşmaz; apartman merdiveninde, iş yerinde, okulda, sokakta, ekranda ve klavyenin ucunda da dolaşır. Haksızlığa uğrayan birini görüp görmezden geldiğimiz anı, kırıcı bir cümleye “bana dokunmasınlar da” diyerek sessiz kaldığımız anı, bile bile yanlış bir işleyişe “şimdilik idare edelim” diye razı oluşumuzu düşünelim. Bunların her biri, büyük resmin küçük ama belirleyici parçalarıdır.
Erich Fromm, modern insanın özgürlükle kurduğu gerilimli ilişkiyi anlatırken şöyle der: “Özgürlük, modern insana bağımsızlık ve akıl kazandırmış olsa da onu yalnız, kaygılı ve güçsüz bırakmıştır.” Bu yalnızlık ve güçsüzlük duygusu, sorumluluktan kaçmayı çoğu zaman konforlu bir refleks hâline getirir. Sanki her şey bizden bağımsız olup bitiyormuş gibi davranmak, kişisel alanımızı koruyan görünmez bir zırh gibi gelir. Oysa sorumluluk, herkesi kahraman olmaya çağırmaz; yalnızca şunu fısıldar: “Bu hikâyenin tamamen dışında değilsin.”
Ve şimdi baştaki cümleye gelelim.
Utanalım.
Çünkü utanma duygusunu yitirdiğimiz gün, geriye insanlığımızdan çok az şey kalacak. Bu cümleyi, “Utanmıyoruz!” diyenlerin karşısına bir öfke sloganı olarak değil, içe yönelen bir çağrı olarak bırakıyorum; kendimize ve birbirimize…
Yüzümüz kızarabiliyorsa hâlâ, değişme ihtimalimiz de var demektir. “Ben de bu hikâyenin içindeyim, hiçbir şeyden muaf değilim” diyebildiğimiz anda sorumluluk yeniden kök salmaya başlar. Çocuklarımızın gözlerinin içine bakıp bir gün “Elimizden geleni yaptık” diyebilmek istiyorsak, bugün yapmadıklarımızın hesabını önce kendimize vermek zorundayız.
Belki de bu ülkede yeni bir cümleye ihtiyaç var: Meydanlarda değil; evde, okulda, iş yerinde, sayfalarda, masalarda, dost meclislerinde yankılanacak bir cümleye: “Utanmıyoruz” diyenlerin çağında, biz inadına utanalım.
Ki geriye, insanlığımızdan gerçekten kayda değer bir şey kalsın.