Siyasal İslamın gerek siyasi liderliğinin gerekse organik entelektüellerinin simgesel evreninde, gelecek beklentilerinde “iktidardan gitmek olasılığı” yok. Peş peşe gelen referandumlarda ve OHAL altında çıkarılan yasalarla, devletin disiplin-cezalandırma kurumlarındaki kadrolaşmalarla, seçimleri kendileri için bir tehlike olmaktan çıkardılar. Ancak, içleri bir türlü rahat edemiyor.
‘Parlamenter’ mi ediniz?
Haksız da değiller! Başlangıçta, “bu ülkenin yüzde 99’u Müslüman”, “nasıl olsa bizden” diyerek avunuyorlardı. Gezi olayından, 2015 Nisan seçimlerinden sonra, nüfusunun çoğu Müslüman olan bu ülkede aslında azınlık oldukları, bundan sonra ancak hileyle, hatta zor kullanarak ayakta kalabilecekleri kafalarına dank etti.
Bu durum, hayal ettikleri yaşam tarzıyla, ekonomik ve siyasi çıkarlarla, parlamenter demokratik pratikleri bağdaştıramadıklarından, onlar için çok ciddi bir sorundur. Bu sorun onlarda dinmek bilmez bir gerginlik yaratıyor. “Cumhur İttifakı” dedikleri şeye bu derecede, denize düşen yılana sarılır misali sarılmak, işte bu gerginliğin ürünüdür.
Hem içinde bu gerginliği yaşayıp hem de dışında “burası demokratik bir ülkedir” fantezisini korumak son derecede zor. Bu fantezinin bastırıp gizledikleri rejimin Gerçeği her fırsatta kendini gösteriyor.
Bu Gerçek, seçim gecesi, daha resmi sonuçlar açıklanmadan “atı alan Üsküdar’ı geçerken”, “ya bu geçişi engellemek isteyenler olursa” korkusuyla birtakım silahlı tipleri sokağa dökerken kendini göstermişti. Daha yakınlarda “beğenmezsek kayyım atarız” açıklamaları da bu Gerçeğin (seçmenin iradesi bizi bağlamaz) bir tezahürüdür.
Ekonomik kriz, giderek derinleşiyor, kaynak dağılımı giderek bozuluyor, Merkez Bankası rezervleri hızla tükeniyor. “Piyasa ekonomisi” fantezisi de hızla, faizlere, fiyatlara, Merkez Bankası’na, enflasyon hesaplarını yayımlayan bürokratlara, hatta “soğancılara” müdahalelerin basıncı altında parçalanıyor; çatlaklarından yine rejimin Gerçeği ortaya çıkıyor.
Fanteziler dağıldıkça, siyasal İslamın liderliğinin ve organik entelektüellerinin ruhsal gerginliği artıyor; rejimin Gerçeği, ağızlarından dışarı kaçıveriyor.
Ya biz ya iç savaş
Parlamenter demokratik bir rejimde, hiçbir hükümet / yönetim, seçimlerde kendisine oy kaybettirmek isteyenleri -muhalefetini- “kaos ittifakı” olarak tanımlayamaz. Muhalefetin görevi ve amacı, hükümeti kurmuş olan partiye oy kaybettirmek, onu düşürerek yerine yeni hükümeti kurmaktır. Ancak bugün Türkiye’deki rejimin Gerçeği şudur: Bu rejim ne parlamenterdir ne de demokratik.
AKP yanlısı Sabah’ın yazarı Salih Tuna’nın 21 Kasım 2018 tarihli “Tercih mi zaruret mi” başlıklı yazısında, bu Gerçek birçok yerde kendini gösteriyor.
Yazar, kendi cemaatlerinde âdet olduğu üzere muhalefeti “kaos ittifakı” olarak niteliyor ve devam ediyor.
“Önümüzdeki yerel seçimlerde AK Parti’yi oy kaybına uğratmak, ‘kaos ittifakının’ yegâne hedefi.” Yazarın, Gezi olayı sırasında yakalandıkları kolektif PTSD (Travma sonrası stres bozukluğu) hastalığı da nüksediyor: “ ‘Sistem değişikliği halktan güvenoyu almadı’ tezviriyle erken seçimi zorlayacaklar, gerekirse sokakları harekete geçirmeye çalışacaklardır... Yıllar yılı zehirledikleri sosyolojileri buna aşeriyor zaten...
Söylemeye dilim varmıyor ama söylemesem de olmaz: Bu yolun sonu maalesef iç savaştır!..” (abç). Yazara göre Cumhur İttifakı “ölümüne” kurulmuştur. “Şu belediyeyi ben aldım sen aldın; meclis üyesi o oldu bu oldu gibi” sıradan demokratik kaygılar, yazara göre “küçük hesaplardır”, esas olan “Türkiye’nin bekasıdır.” Demek ki, Cumhur İttifakı’na oy kaybettirmeye kalkan muhalefet aslında Türkiye’nin bekasına karşıdır. Demek ki, yazara göre, muhalefet esas olarak vatan hainidir. Eh, muhalefet vatan haini ise, bunun mantıki sonucu, “iç savaşın” kaçınılmaz olarak gündemdeki olasılıkların arasına girmesidir.
Siyasal İslam son seçimlere de adeta kıyamete gider gibi gitti. Sık sık iç savaştan söz etti, silah gösterdi. Biz birçok kez uyardık ama CHP, liberal entelijansiya, rejimin, her fırsatta yüzünü göstererek sırıtan bu Gerçeğini görmezden geldi. Hadi daha insaflı davranalım “göremedi” diyelim. Ancak bu dünkü durumdu. Şimdi, yerel seçimlere, bu deneyimi de yaşamış olarak gidiyoruz.
AKP liderliği “beğenmezsek kayyım atarız” diyor. Geçmişte birçok kez yararlandığı AİHM’nin kararına “bizi bağlamaz” diyor, Siyasal İslamın organik entelektüelleri yine iç savaştan söz ediyor. Medya ve sokaklardaki neredeyse total kontrole değinmek artık gereksiz. Ve CHP, bu ortamda, “kaos ittifakı” olmak bir yana, sandığa durumu tamamen kabullenerek ve adeta, “düzenin içine kurulmuş” bir meşruiyet yaratma makinesi olarak gidiyor.
Rejimin ‘gerçeği’
Yazarın Son Yazıları
Pazartesi günü, 2026’ya girerken ABD ekonomisinin çok kırılgan, küresel ekonominin resesyon eşiğinde olduğunu vurgulamıştım.
Dünya ekonomisi 2026’ya girerken resesyon sınırında (yüzde 3) yavaşlamaya devam ediyor, riskler ve büyüme önündeki engeller artıyor.
“Komisyon”, hukuki, idari ve anayasal bir zeminden yoksun.
The Economist 1990’larda, bir sayısında, finansallaşma başlarken 10 dev ABD bankasını kastederek “evrenin yeni efendileri” diyordu. Bu bankalar dünya borç piyasasında egemendi.
Serbest piyasa Ayetullahları sevindiler...
Küresel Organize Suç Endeksi’nin 2025 raporu açıklandı. Türkiye 2020’de 6.9 puanla 12. sıradayken bugün 7.2 ile 10. sıraya yükselmiş. Küresel ortalama 5.08. Bu endeks, sadece mafyanın gücünü ya da kaçakçılık hatlarını ölçmüyor; devlet içi yapılardan finansal suçlara, yargı bağımsızlığından ekonomiye sızmış suç ağlarına kadar geniş bir tabloyu ortaya koyuyor.
Küresel ısınma üzerine “Taraflar Konferansı” (COP30) Brezilya’da toplandı.
Emperyalist sistemin ABD, AB gibi merkezlerinin Türkiye gibi çevre ülkelerle ilişkilerinde demokrasi arzusu hiçbir zaman gerçek bir faktör olmadı. Bu ilişkiler her zaman çevre ülkenin ekonomik, jeopolitik açıdan kullanılabilir olma ilkesine dayandı.
Trump’ın başkanlığından hoşnut olmayanların oranı yüzde 60’ı geçti.
Busan’daki Trump-Şi zirvesi, yalnızca iki ülke arasındaki ticaret savaşında geçici bir ateşkes anlamına gelmiyor; aynı zamanda, 21. yüzyılın jeopolitik dengelerinde güç, liderlik gibi kavramların yeniden tanımlandığı bir döneme işaret ediyor. Zirvenin sonunda Trump’ın “12 üzerinden 10’luk bir görüşme” sözleri, Şi’nin ise “Dev gemiyi birlikte yönetiyoruz” vurgusu, ”yeni” bir durumu sergiliyor: Amerika artık “tek süper güç” değil.
Gözlerimizi gerçeğe açmamız gerekiyor.
Z kuşağının emeğin, doğanın, LGBTQ ve kadın haklarının değersizleştirilmesine, ırkçılığa gözetim kültürüne ve kurumsal otoriterliğe karşı zaman zaman isyana varan direnişi, yalnızca bir kuşak çatışması değil, sermayenin denetim kapasitesini sınırlayan tarihsel bir başkaldırı biçimi. Tam da bu nedenle, işletmelerinde kontrolü yitirme korkusu, teknoloji sermayesini giderek demokrasi düşmanı, hatta faşizan reflekslere sürüklüyor.
İsyan ve ekonomik kriz dinamikleri tarihte zaman zaman çakışıyor.
Geçtiğimiz günlerde, Altın 4 bin dolara ulaştı, piyasalarda “Borsa aşırı değerli” uyarıları sıklaştı. Jamie Diamond, Warren Buffet gibi ünlü yatırımcılar bu durumun sürdürülemezliğine işaret ediyorlar.
Gazze’de savaşın yerini alan ateşkes, ilk bakışta bir nefes alma imkânı sundu.
Cuma günü, Aurelien adlı bir yazarın “The cult of can’t” başlıklı denemesine rastladım. Perşembe yazımı okumuş olanların ilgisini çekeceğini düşünerek özetliyorum.
Kapitalizmin merkezlerinde (Anglosakson dünyada) uzun yıllar küreselleşmenin, teknolojinin (özellikle internet ve dijitalleşme) bizi “bugünden daha iyi” (özgür, demokratik, bolluk) günlere taşıyacağı anlatıldı.
Bu kez şanslıyım, önümde iki fotoğraf var. Meclis’in açılışında ve akşamında verilen davet sırasında çekilmiş bu fotoğraflar bugünkü siyasi şekillenmenin, “sağını-solunu”, çok güzel betimliyorlar.
Cumhurbaşkanının ABD ziyareti, MAPEG’in, 33 ilin topraklarını doğrudan madencilik yatırımlarına açması emperyalizm tartışmalarını yeniden canlandırdı.
Bilimde bazen bir sıçrama yalnızca araştırmacıların dar çevresini değil, tüm insanlığın geleceğini etkiler. 2020’de DeepMind’in geliştirdiği AlphaFold sistemi böyle bir andı.
“YZ dünyayı yutuyor” artık abartılı bir iddia değil.
Tsiridis’in çalışmasının en güçlü yanı, somut tarihsel analizleri belgelerle destekleyerek sivil toplumun (çoğunlukla göz ardı edilen) rolünü vurgulaması.
Dünya siyaseti ve ekonomisi, daha önce hiç görülmemiş bir biçimde birbirine benzeşen güç dinamikleriyle şekilleniyor.
Gazze’de yaşananlar, uluslararası medyada sıklıkla “çatışma”, giderek soykırım olarak tanımlansa da Prof. Jiang Xueqin olanların arkasında çok daha karanlık bir gerçeğin yattığını söylüyor.
ABD yönetimi, yeni savunma stratejisi raporunu, (QDR2001), 11 Eylül 2001 “olayının” tozu yatışmadan açıklamıştı.
Endonezya, yaygın protesto gösterileriyle sarsılıyor. Başkent Cakarta’dan ülkenin dört bir yanına yayılan bu olaylar, sadece yerel bir huzursuzluk değil, aynı zamanda küresel kapitalizmin çevre ülkelerde yarattığı derin eşitsizliklerin, devlet şiddetinin bir ürünü. İsyanın temelinde rejimin tüm kilit kurumların, parlamento dahil, içini boşaltmasıyla, demokratik haklarını kaybetmekte olduklarını hisseden geniş kitlelerin tepkisi yatıyor.
“Küreselleşme” yerini parçalanmaya bırakıyor, bir yeni-jeopolitik şekilleniyor.
Trump, seçim kampanyası boyunca, diktatör olmak dahil tüm arzularını açıkça söyledi. Dahası, Heritage Foundation “Project 2025” başlığı altında 900 sayfalık bir faşist devlete geçiş programı yayımladı. Bu program, devlet bürokrasisindeki özellikle de güvenlik bürokrasisindeki, “kurumsalcıları” ve “anayasalcıları” tasfiye ederek yerlerine başkana sadık olanları atamayı planlıyordu.
Uluslararası ilişkiler alanında yeni bir kavram var: “Ekonomik zorlama çağı” (Foreign Affaires).
Peki bu “ekonomik patlama” yaşanırken, insanların yerini YZ ajanları alırken, artan çıktıyı karşılayacak, kârların gerçekleşmesine, alınacak yatırım kararlarına kaynak olacak tüketici talebi nereden gelecek?
Rejim, seçimlerde kaybettiği belediyeleri geri alıyor, CHP’li belediyelerin liderliklerini tutukluyor, CHP’de Özgür Özel liderliğini tasfiye etmeye çalışıyor.
Amsterdam’da 1656 yılının temmuz ayında, 23 yaşındaki Baruch Spinoza, Avrupa’nın en güçlü sinagogunun önünde durdu, içeri girmeden derin bir nefes aldı.
ABD ekonomisinde, stagflasyon, “konut krizi” kaygıları artarken Trump, Ulusal Muhafızları, Washington DC sokaklarında konuşlandırdı...
Yaygın sıradanlaşmış, “veri hırsızlığı, sahte diplomalar (hoş değilmiş ama kazanç helalmiş), sahte imzalar” eşit (etnik) vatandaşlık topolojisi gibi çürüme semptomları üzerinde düşünürken aklıma eski bir yazımın başlığı geldi: “Hazırlıksız yakalanacağız”.
Köyler, dinler, mezhepler, tarikatlar, kabileler, fraksiyonlar...
İskoçya’da imzalanan ABD-AB ticaret anlaşmasını, bir yorumcu, İngiltere’nin “Süveyş anına” benzetti. İngiltere, 1956’da Fransa ve İsrail ile Süveyş Kanalı’nı ele geçirmek için hamle yaptığında, ABD’nin, “Geri çekilmezsen finansal sistemini çökertirim” tehdidine boyun eğmiş, artık hegemonyacı bir güç olmadığını öğrenmişti. Sanırım, bu anlaşmayla, Avrupa Birliği de ABD ve Çin’in yanında 3. bir küresel hegemonya merkezi olmadığını anladı.
Çin liderliğinin iki yol ayrımı önünde tercih yapması gerekiyor.
Kürt hareketinin siyasi ve askeri temsilcileri uzun erimli bir proje bağlamında süreci ilerletebilecek bir fırsat yakaladıklarını düşünüyorlar. Haklı olabilirler. Ancak süreci doğru anlamlandırabildiklerinden emin değilim. Bugüne kadar Kürt halkının haklar ve özgürlükler taleplerini her zaman desteklemiş biri olarak düşüncelerimi paylaşmak istiyorum.
Japonya’da pazar günü yapılan “Üst Meclis” seçimleri, ülkenin siyasi manzarasının değişmeye başladığını gösteriyor...
Ortadoğu’daki gelişmeleri jeopolitiğin gözlükleriyle okuma alışkanlığı yaygın. Halbuki, “jeopolitik”, devletlerin, “coğrafya kontrolü” konusundaki arzularına, kaygılarına ilişkindir. Emperyalizm ise kapitalizmin andaki ve bu anı kapsayan dönemdeki özelliklerinin anlaşılarak eleştirilmesine...