Tüm klişe metaforları önceki yazılarımda bazen tekrarlamak pahasına tükettikten sonra elimde bu başlıktaki yalın ifade kaldı. Ortadoğu gerçekten savaşıyla, barışıyla çok garip bir yer.
Cenevre’de ne oldu?
İran’la 5+1 (Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi üyeleri ABD, Rusya, Çin, İngiltere, Fransa ve Almanya) arasında imzalanan “Ortak Eylem Planı” garipliklere bir yenisini ekledi. Bu plan “karşılıklı güven inşa etmeye” zaman tanıyacak, altı aylık bir süreyi kapsıyor. Cenevre’de imzalanan plana göre 5+1, bu dönem boyunca bazı ekonomik yaptırımları askıya almayı, ABD’nin, İran’ın petrol ihracatını aşamalı olarak kısıtlayan uygulamasını da durdurmayı kabul ediyor. Buna karşılık İran yüzde 20 oranında yoğunlaştırdığı uranyumu yeniden seyreltecek, kimi tartışmalı arındırma etkinliklerini durduracak ve Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı uzmanlarının gelişmiş, derinleştirilmiş denetimlerini kabul edecek.
5+1 bu “anlaşmayı” tarihi bir başarı olarak niteledi. İsrail Başbakanı Natenyahu’ya göre karşımızda “tarihi bir hata” var. ABD de neocon yazarlara göre bu anlaşma Münich (Hitler’in İngiltere Başbakanı Chamberlein’i kandırdığı) anlaşmasından daha beter. Suudilere göre yeni bir “11 Eylül.” İran tarafıysa bu anlaşmayla tarihi bir eşiğin aşıldığına inanıyor.
Diğer taraftan İran karşıdevrimi öncesinde Kayhan gazetesinin editörlüğünü yapmış deneyimli yazar Amir Taheri’nin dikkat çektiği gibi, Cenevre’de imzalanan kâğıdın daha adı bile belli değil: Bu imzalanan “şey” bir “sözleşme” mi, “anlaşma” mı, “yol haritası” mı, “memorandum” mu? Bu bir uluslararası anlaşma olarak da nitelenemez çünkü 5+1, Güvenlik Konseyi’nden geçen 6 kararı kabul etmesi için İran’ı ikna etmekle görevlendirilmiş bir grup; uluslararası anlaşma yapmaya yetkili değil. Bu grubu Avrupa Birliği’nin uluslararası ilişkiler temsilcisi yönlendirdiğinden, bu “şey”in onaylanmak üzere 28 AB ülkesinin parlamentolarına sunulması da gerekebilir.
Dahası ortada aynı belgenin en az üç, hatta dört farklı versiyonu var. Biri ABD’nin, öbürü İran’ın açıkladığı versiyonlar. Rusların ve Çinlilerin versiyonlarını da okumak gerekiyor. (Ashark Al-Awsat, 29/11). Bu imzalanan belgenin öngördüğü süreç ne zaman başlayacak, nasıl ilerleyecek o da belli değil. 5+1, İran’ın atacağı adımlara bağlı, aşamalı bir süreç düşünürken İran yaptırımların imzalanan “şeyde” kapsanan kısmının hemen kalkmasını bekliyor.
Suudilerin sıkıntısı...
Suudi Krallığı sözcülerinin, 11 Eylül saldırısına katılanların çoğunun Suudi kökenli olduğunu unutarak imzalanan “şey” için “11 Eylül’den daha kötü” demeleri, 5+1 ile İran arasındaki diyalogdan çok rahatsız, hatta panik içinde olduklarını gösteriyor.
Suudi Krallığı Ortadoğu’daki dengeleri etkileme gücünü giderek yitirdiğini, ABD için eskisi kadar önemli olmadığını, petrol piyasasındaki konumunun zayıflamaya başladığını düşünerek yaşamsal bir korku duymaya başlıyor.
Suudi rejimi en yakın müttefiklerinden Mısır diktatörü Mübarek’in devrilmesini önleyemedi, ABD’yi bu konuda devreye sokamadı, sonra ABD’yi Suriye’ye müdahale etmeye ikna edemedi, askeri çözüm olasılığı da gündemden çıktı. Şimdi Suriye’de desteklediği taraf savaşı kaybediyor. Irak savaşından bu yana sürekli etkisini arttırmakta olan İran, Batı’nın iş yapmaya hazırlandığı “normal” devlet statüsüne dönmeye başlıyor. Suudi Krallığı, Irak’taki, Bahreyn’deki, kendi petrol yataklarının bulunduğu bölgedeki Şii nüfusu düşünerek sonunun yakınlaşmakta olduğunu hissediyor. Can havliyle, “İsrail İran’ı bombalamak isterse hava sahamızı açarız” gibi demeçlerle İsrail’e umut bağlıyor.
Bölgenin kulağı delik analistlerinden Keşişyan’ın gözlemlerine bakılırsa (Gulf News, 27/11), Suudiler İsrail’e umut bağlaması aslında zavallı bir durum.
İran’la Batı arasında, 2013 Mart’ından başlamak üzere, en az beş görüşme yapılmış; öyleyse süreç “reformist” başkan Ruhani’nin iktidara gelmesinden önce başlamış. Keşişyan, Associated Press’in de aktardığı gibi, görüşmelerin İsral’in bilgisi dahilinde başladığına işaret ediyor. Snowden’in, Der Spiegel’le yaptığı söyleşide doğruladığı gibi, 2008’de ABD ve İsrail’in ortak yarattığı “Stuxnet” virüsü İran’ın '6Eükleer tesislerinin santrifüj sistemini öyle sarsmış ki, İran bunları onarmamaya karar vermiş. Keşişyan “İran bundan sonra görüşmelere başlamayı kabul etti” dedikten sonra ekliyor: “İran kırk yıllık programında, artık vazgeçemeyecek kadar ilerlemiş durumda, zamanla bir nükleer güç olacak. Bu, tüm retorik ne olursa olsun, Batılı güçlerin ve İsrail’in kabul etmiş olduğu bir sonuçtur.”
Gerçekten de İsrail medyasında birçok yorumcu, Natenyahu’nun, neoconların çıkardığı tüm yaygaraya karşın, İran’la ilişkili gelişmelerden hoşnut görünüyor. Bu sırada, Mısır’daki askeri yönetimin, Gazze’ye açılan tünelleri daha önce görülmemiş bir hızla bularak yıkıyor, Sina Yarımadası’ndaki Radikal akımları temizliyor olması da İsrail’in jeopolitik konumunun güçlendiğini gösteriyor. (Danny Danon, Foreign Policy, 27/11)
‘El sallamıyor, boğuluyor’
İran’ın nükleer bomba yapmaktan vazgeçtiğini, Suriye’de siyasi bir çözüm bulma olasılığının arttığını, Mısır’da rejimin konsolide olduğunu, Batı’nın “ılımlı İslam” yanılgısının bittiğini, Suudilerin etkileri azaldıkça Selefi akımları desteklemekten vazgeçmek zorunda kalacağını düşünerek bunlara İsrail’in jeopolitik konumunun güçlendiği, kendini daha güvende hissetmeye başladığı için barış sürecine geri dönmeyi kabul edebileceği umudunu ekleyerek taşlar yerli yerine oturuyor sonucuna ulaşırsak yanılırız.
ABD’nin Irak rejimini yıkarken Ortadoğu’ya hediye ettiği Şii-Sünni savaşları tüm şiddetiyle sürüyor. Sınırları aşarak yayılan bu “yangın” Financial Times’dan David Gardner’in vurguladığı gibi Sykes- Picot sınırlarını silmeye başlıyor ama ortaya daha beter, belirsizliklerle dolu bir durum çıkıyor. (26/11)
Sınırlar, jeopolitik dengeler hızla değişirken sürdürülmesi olanaksız, Seumas Milne’in deyimiyle “tuhaf ittifaklar” oluşuyor: İran’a karşı, Siyonist İsrail ile Vahabi Suudiler yakınlaşırken Suriye rejimini devirmeye çalışan Suudiler, Arap Emirlikleri, Mısır’daki askeri rejimi destekliyor; askeri rejim Suriye’nin koruyucusu Rusya’dan silah almaya başlıyor. Bu sırada, Suriye muhalefetini destekleyen “İslamcı Türkiye”(!) Suriye rejimini destekleyen İran’la yakınlaşmaya çalışıyor. (The Guardian 27/11) Ortadoğu’dan çıkmaya başladığı rivayet edilen ABD ise aslında, çıkmak bir yana, uzaktan dengelemeye çok uygun, bu çok parçalı zeminde, az masraflı bir kalışın olanaklarını elde ediyor.
Garip İşler Bölgesi
Yazarın Son Yazıları
Türkiye, yıllardır siyasal İslam rejiminin “toplumsal ruh mühendisliği” projesinin baskısı altında yaşıyor.
Erkek fantezilerini meşrulaştıran faşist ve siyasal İslamcı ideolojilerle hesaplaşmadan algoritmaları suçlamak kolaydır ama asıl nedeni görünmez kılan politik bir kaçıştır.
Sağın bu birlik refleksi, ideolojik bir tutarlılıktan değil, son derece sade bir siyasal sezgiden besleniyor: İktidarı istiyorsan yan yana duracaksın.
ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi’ne (UGS) bu kez emperyalizm ve faşizm kavramlarının ışığında bakacağım.
Önümüzdeki dönem dünya siyasetini yalnızca büyük güç rekabeti değil; milliyetçi, hatta uygarlıkçı reflekslerle donanmış yeni bir “teknolojik kapitalizm” biçiminin, faşist ideolojinin küresel ölçekte (öncelikle de UGS’nin, “göç dalgaları altında kimliğini kaybeden, gerileyen uygarlık” olarak tanımladığı Avrupa’ya), dayatılması belirleyecek.
Pazartesi günü, 2026’ya girerken ABD ekonomisinin çok kırılgan, küresel ekonominin resesyon eşiğinde olduğunu vurgulamıştım.
Dünya ekonomisi 2026’ya girerken resesyon sınırında (yüzde 3) yavaşlamaya devam ediyor, riskler ve büyüme önündeki engeller artıyor.
“Komisyon”, hukuki, idari ve anayasal bir zeminden yoksun.
The Economist 1990’larda, bir sayısında, finansallaşma başlarken 10 dev ABD bankasını kastederek “evrenin yeni efendileri” diyordu. Bu bankalar dünya borç piyasasında egemendi.
Serbest piyasa Ayetullahları sevindiler...
Küresel Organize Suç Endeksi’nin 2025 raporu açıklandı. Türkiye 2020’de 6.9 puanla 12. sıradayken bugün 7.2 ile 10. sıraya yükselmiş. Küresel ortalama 5.08. Bu endeks, sadece mafyanın gücünü ya da kaçakçılık hatlarını ölçmüyor; devlet içi yapılardan finansal suçlara, yargı bağımsızlığından ekonomiye sızmış suç ağlarına kadar geniş bir tabloyu ortaya koyuyor.
Küresel ısınma üzerine “Taraflar Konferansı” (COP30) Brezilya’da toplandı.
Emperyalist sistemin ABD, AB gibi merkezlerinin Türkiye gibi çevre ülkelerle ilişkilerinde demokrasi arzusu hiçbir zaman gerçek bir faktör olmadı. Bu ilişkiler her zaman çevre ülkenin ekonomik, jeopolitik açıdan kullanılabilir olma ilkesine dayandı.
Trump’ın başkanlığından hoşnut olmayanların oranı yüzde 60’ı geçti.
Busan’daki Trump-Şi zirvesi, yalnızca iki ülke arasındaki ticaret savaşında geçici bir ateşkes anlamına gelmiyor; aynı zamanda, 21. yüzyılın jeopolitik dengelerinde güç, liderlik gibi kavramların yeniden tanımlandığı bir döneme işaret ediyor. Zirvenin sonunda Trump’ın “12 üzerinden 10’luk bir görüşme” sözleri, Şi’nin ise “Dev gemiyi birlikte yönetiyoruz” vurgusu, ”yeni” bir durumu sergiliyor: Amerika artık “tek süper güç” değil.
Gözlerimizi gerçeğe açmamız gerekiyor.
Z kuşağının emeğin, doğanın, LGBTQ ve kadın haklarının değersizleştirilmesine, ırkçılığa gözetim kültürüne ve kurumsal otoriterliğe karşı zaman zaman isyana varan direnişi, yalnızca bir kuşak çatışması değil, sermayenin denetim kapasitesini sınırlayan tarihsel bir başkaldırı biçimi. Tam da bu nedenle, işletmelerinde kontrolü yitirme korkusu, teknoloji sermayesini giderek demokrasi düşmanı, hatta faşizan reflekslere sürüklüyor.
İsyan ve ekonomik kriz dinamikleri tarihte zaman zaman çakışıyor.
Geçtiğimiz günlerde, Altın 4 bin dolara ulaştı, piyasalarda “Borsa aşırı değerli” uyarıları sıklaştı. Jamie Diamond, Warren Buffet gibi ünlü yatırımcılar bu durumun sürdürülemezliğine işaret ediyorlar.
Gazze’de savaşın yerini alan ateşkes, ilk bakışta bir nefes alma imkânı sundu.
Cuma günü, Aurelien adlı bir yazarın “The cult of can’t” başlıklı denemesine rastladım. Perşembe yazımı okumuş olanların ilgisini çekeceğini düşünerek özetliyorum.
Kapitalizmin merkezlerinde (Anglosakson dünyada) uzun yıllar küreselleşmenin, teknolojinin (özellikle internet ve dijitalleşme) bizi “bugünden daha iyi” (özgür, demokratik, bolluk) günlere taşıyacağı anlatıldı.
Bu kez şanslıyım, önümde iki fotoğraf var. Meclis’in açılışında ve akşamında verilen davet sırasında çekilmiş bu fotoğraflar bugünkü siyasi şekillenmenin, “sağını-solunu”, çok güzel betimliyorlar.
Cumhurbaşkanının ABD ziyareti, MAPEG’in, 33 ilin topraklarını doğrudan madencilik yatırımlarına açması emperyalizm tartışmalarını yeniden canlandırdı.
Bilimde bazen bir sıçrama yalnızca araştırmacıların dar çevresini değil, tüm insanlığın geleceğini etkiler. 2020’de DeepMind’in geliştirdiği AlphaFold sistemi böyle bir andı.
“YZ dünyayı yutuyor” artık abartılı bir iddia değil.
Tsiridis’in çalışmasının en güçlü yanı, somut tarihsel analizleri belgelerle destekleyerek sivil toplumun (çoğunlukla göz ardı edilen) rolünü vurgulaması.
Dünya siyaseti ve ekonomisi, daha önce hiç görülmemiş bir biçimde birbirine benzeşen güç dinamikleriyle şekilleniyor.
Gazze’de yaşananlar, uluslararası medyada sıklıkla “çatışma”, giderek soykırım olarak tanımlansa da Prof. Jiang Xueqin olanların arkasında çok daha karanlık bir gerçeğin yattığını söylüyor.
ABD yönetimi, yeni savunma stratejisi raporunu, (QDR2001), 11 Eylül 2001 “olayının” tozu yatışmadan açıklamıştı.
Endonezya, yaygın protesto gösterileriyle sarsılıyor. Başkent Cakarta’dan ülkenin dört bir yanına yayılan bu olaylar, sadece yerel bir huzursuzluk değil, aynı zamanda küresel kapitalizmin çevre ülkelerde yarattığı derin eşitsizliklerin, devlet şiddetinin bir ürünü. İsyanın temelinde rejimin tüm kilit kurumların, parlamento dahil, içini boşaltmasıyla, demokratik haklarını kaybetmekte olduklarını hisseden geniş kitlelerin tepkisi yatıyor.
“Küreselleşme” yerini parçalanmaya bırakıyor, bir yeni-jeopolitik şekilleniyor.
Trump, seçim kampanyası boyunca, diktatör olmak dahil tüm arzularını açıkça söyledi. Dahası, Heritage Foundation “Project 2025” başlığı altında 900 sayfalık bir faşist devlete geçiş programı yayımladı. Bu program, devlet bürokrasisindeki özellikle de güvenlik bürokrasisindeki, “kurumsalcıları” ve “anayasalcıları” tasfiye ederek yerlerine başkana sadık olanları atamayı planlıyordu.
Uluslararası ilişkiler alanında yeni bir kavram var: “Ekonomik zorlama çağı” (Foreign Affaires).
Peki bu “ekonomik patlama” yaşanırken, insanların yerini YZ ajanları alırken, artan çıktıyı karşılayacak, kârların gerçekleşmesine, alınacak yatırım kararlarına kaynak olacak tüketici talebi nereden gelecek?
Rejim, seçimlerde kaybettiği belediyeleri geri alıyor, CHP’li belediyelerin liderliklerini tutukluyor, CHP’de Özgür Özel liderliğini tasfiye etmeye çalışıyor.
Amsterdam’da 1656 yılının temmuz ayında, 23 yaşındaki Baruch Spinoza, Avrupa’nın en güçlü sinagogunun önünde durdu, içeri girmeden derin bir nefes aldı.
ABD ekonomisinde, stagflasyon, “konut krizi” kaygıları artarken Trump, Ulusal Muhafızları, Washington DC sokaklarında konuşlandırdı...
Yaygın sıradanlaşmış, “veri hırsızlığı, sahte diplomalar (hoş değilmiş ama kazanç helalmiş), sahte imzalar” eşit (etnik) vatandaşlık topolojisi gibi çürüme semptomları üzerinde düşünürken aklıma eski bir yazımın başlığı geldi: “Hazırlıksız yakalanacağız”.
Köyler, dinler, mezhepler, tarikatlar, kabileler, fraksiyonlar...