Tiranlığın kum saati

17 Ocak 2016 Pazar

Ölümünün 400. yıldönümünde, yüzü aşkın dile çevrilen eserleriyle sahnede ve beyaz perdede Shakespeare yeni yorumlarla yaşatılıyor.
Avusturyalı yönetmen Justin Kurzel’in “Macbeth”i de bu yıl… bunlardan biri.
2015 sonunda vizyona giren bu yeni filmi kaçırmıştım, dün izledim.
Genelde “aşırı kasvetli” bulunan yapıt beni koltuğa mıhladı.
Aslında film ağır tabii. Shakespeare trajedilerinin olmazsa olmazı sayılan fırtınalar ve karanlık gökyüzü geri plandan hiç eksik olmuyor. Ama bir şey var ki o da tüm büyük Shakespeare yapıtları gibi eseri emsalsiz kılıyor: İnsan ruhunun kusursuz analizi.
Shakespeare, tüm eserlerinde insanlık zaaflarını masaya yatırır.
Hamlet’te örneğin bu “olmak ya da olmamak” kertesinde kuşkulardır; Kral Lear’de sadakat/sadakatsizlik, yaşlılığın düş kırıklığıdır; Othello’da tutku, Macbeth’te “iktidar hırsı”dır. Shakespeare eserlerinin hepsinde bu zaafların değişik alışımlarına rastlarız ama “itici güç” bağlamında her birinin ayırt edici bir motifi vardır.
Macbeth’in bu motifi “güç” oluyor işte. Bu nedenle Macbeth, Shakespeare’in en politik eseri. Ama “güc”ün ötesinde Macbeth’in aslında müthiş bir “tiranlık analizi” olduğunu; Kurzel’in filmini izlerken fark ettim.
Macbeth’i yıllar öncesinde okuduğum için belki unuttuğum veya filmden daha önce tam ayırdına varmamış olduğum bir “tiran” portresiyle karşılaştım. Bu nedenle perdeden kendimi alamadım.

‘Beynim akreple dolu’
Shakespeare, tiranlığın, bir günden diğerine değil de nasıl “metaformoz”la biçimlenen bir olgu olduğunu anlatıyor her şeyden önce...
Başarılı bir komutanın (Macbeth); gayri meşru yolla (kralı öldürerek) gücü ele geçirdikten sonra nasıl bir “güç bağımlısı”, “güç âşığı” haline geldiğini ve bu güç aşkının nasıl her türlü “merhamet”, “adalet”, “vicdan” duygusunun önüne geçtiğini görüyoruz eserde.
Macbeth’in artık “yenilmez” ve “alt edilmez” olduğuna hükmettiği bölüm, hikâyenin dönüm noktası.
O noktadan itibaren gücü ne pahasına olursa olsun “korumak”, Macbeth’in tüm önceliklerinin önüne geçiyor.
Gücüne “tehdit” gördüğü kimseyi artık yaşatmıyor ve acımasızca yok ediyor Macbeth.
Çevresiyle “empati”yi yitiriyor. Gerçeklerden kopuyor. Bu “kopuş” sırasında korkuları artıyor. “Beynim akreplerle dolu” diyen Macbeth, sonunda dengesini yitiriyor. Bundan böyle bir gerçekler dünyasında değil, paranoyalar dünyasında yaşıyor.
Paranoyası arttıkça zalimliği katlanıyor. İnsanları kendine düşman etmekten başka işe yaramayan yeni zalimlikler yapıyor. Bir “tiran” olup çıkıyor.

‘Kan ağla canım ülkem!’
Karekterlerden biri bu evreyi; “Kan ağla, canım ülkem, kan ağla!” diye dillendiriyor: “Güçlü zorbalık, oturt sapasağlam temellerini/ İyiliğin yüreği yok sana karşı durmaya!”
Shakespeare’in dehası; “tiranlığın” yalnız tek yönlü bir yol olduğuna dikkat çekmesinde.
Bu yola sapan yönetici/hükümran artık durdurulamıyor. Çünkü önceki zulümlerin üstünü örtmek, her seferinde zulüm dozunu arttırarak mümkün olabiliyor.
Tiranlık bir kum saati gibi. Sadece tek yöne akıyor. Bu yüzden tiranı bitiren de gene kendisi oluyor. Tiran kendi hatalarıyla kendi sonunu hazırlıyor. Ama kendi sonuyla birlikte ülke de tükeniyor. İç savaşla noktalanan büyük trajedi boyunca “oluk oluk akan kan” hiç durmuyor!
“Yarın, yarın, ardından yarın, ardından yine yarın/Günden güne sinsice böyle sokulur işte, gelir vakti zaman./Eridi gitti cılız mum./ Hayat dediğin nedir ki: oynayan bir gölge, sahnede çırpınıp zamanını durduran zavallı bir oyuncu./Oyun bitince duyulmaz artık sesi/Bir ahmağın anlattığı gürültülü patırtılı bir masal bu, hiddetli ve hiçbir anlamı olmayan”
Bunlar da Macbeth’in en unutulmaz dizeleri. Fırsat bulursanız Kurzel’in yapıtını mutlaka izleyin.  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Sevgiliye Mektuplar 24 Mart 2024

Günün Köşe Yazıları