Bu ‘kriz’, aslında neyin krizi?

14 Mart 2016 Pazartesi

Avrupa Birliği, “sığınmacılar krizi” denen bir şeyi üyeleri arasında anlaşarak aşamıyor; insani, ahlaki, hatta hukuki boyutlarını yadsıyarak, kendi topraklarından çıkarıp unutmak istiyor.

Bir garip anlaşma
AB, AKP Türkiyesi’yle bir anlaşma yapmaya çalışıyor. Yunan adalarına yığılmış sığınmacılar toplu halde Türkiye’ye geri gönderilecek. Her gönderilen sığınmacıya karşı AB Türkiye’deki kamplardan bir Suriyeli sığınmacı alıp, kotalara göre kendi üyeleri arasında dağıtacak. Türkiye’ye 6 milyar dolayında bir haraç (pardon yardım diyecektim) ödenecek, Türk vatandaşlarına, Şengen bölgesinde vizesiz dolaşım hakkı tanınacak, Türkiye’nin AB’ye üyelik süreci hızlandırılacak.
Bunların nasıl bir ahlaki çöküntü olduğu bir yana, realitenin kimi bileşenleri, anlaşmanın müstehcen bir fanteziden öteye gidemeyeceğini düşündürüyor. Örneğin, AB ve ABD basını Yunan adalarında birikmiş sığınmacıların geri gönderileceğini yazarken Türkiye, anlaşmadan sonra gidecek sığınmacıları kapsayacağını savunuyor. Diğer taraftan, 500 milyon nüfuslu, kişi başına 27 bin dolar gelirli AB, bir milyon sığınmacıyı kaldıramıyorsa, 70 milyon nüfuslu, kişi başına 9 bin dolar milli gelirli Türkiye nasıl kaldıracak? (Al Jazeera, 09/03/16)
1951 Sığınmacılar Anlaşması’nı, “yalnızca Batı’dan sığınmacı alırım” koşuluyla imzalamış olan Türkiye’nin sığınmacılar sorununa uygun bir yasal yapılanması da yok. Türkiye, sığınmacıların geri gönderilebileceği bir “güvenli ülke” kategorisine girmiyor (Financial Times, 09/03). Zaten, 1951 anlaşması toplu sınır dışı etmeleri de yasaklıyor.
Diyelim ki yasal sorunlar aşıldı, kamplardaki Suriyelilerin bir kısmı zaman içinde AB’ye gitmeye başladı; kalan Suriyelilerin yasal statüsü ne olacak? Suriyeli olmayan sığınmacılara ne olacak? AB’den alınacak para kime ve nasıl verilecek? Bu paranın bir kara delikte kaybolması nasıl önlenecek?

Gerçekleşebilir mi?
Diğer taraftan basının, muhalefetin susturulması, İslamcı otoriterleşmenin hızlanması, Kürtlerle savaşın sergilediği özelliklerle birlikte, AKP Türkiyesi’nde AB üyeliğinin siyasi önkoşulları tümden kayboluyor. Bu sırada, ABD ve AB medyasında yorumcular benzer bir anlaşmanın 2010’da Kaddafi’yle de yapıldığını anımsatıyorlar. Bu iklimde, bu anlaşmanın bu haliyle, liderler zirvesinden hem de oybirliği ile çıkması çok zor görünüyor
Bu anlaşmanın ulusal parlamentolarda onaylanması gereken maddelerinin olduğu söyleniyor. AB’nin Hıristiyan Roma- Helen kimliğini vurgulayan, Türkiye’nin bu kimliğe ait olmadığını anımsatan yazılar, sosyal demokrat yayınlarda bile boy gösterirken, 70 milyon Türkiyeliye serbest dolaşım hakkı getiren maddeler onaylanabilir mi?
AB’nin, bu anlaşma gereği Türkiye’den alacağı sığınmacıları, üyeleri arasında hangi kotalara göre dağıtacağı da belli değil. Kimi ülkeler açıkça “Biz Müslüman sığınmacı almayacağız” diyor.
Bu kriz aslında, II. Dünya Savaşı’ndan sonra oluşan Avrupa Birliği sürecinin, Kuzey Afrika ve Ortadoğu jeopolitik/güvenlik “mimarisinin” dağılmaya başlamasının, ABD ve AB’nin, birinci dereceden sorumlu oldukları bu dağılmaya bir düzen getirmedeki iktidarsızlığının ürünü.
Irak, Libya, Suriye’de insanların yaşam alanları ve koşulları, ABD’nin imparatorluk hayalleriyle, büyük güçlerin vekâlet savaşlarıyla, kimi “küçüklerin” ıslak rüyalarındaki hezeyanlarıyla yıkıldı. Şimdi bu insanlar can havliyle güvenli bölge bildikleri yerlere kaçmaya çalışıyorlar. Bu yıkımdan doğrudan sorumlu ülkelerin, zamanında yıkımlara gözünü kapatan halkları, yıkılan yerlerden gelenlerle kendi topraklarında, hem de kendi geleceklerinden kuşku duymaya başladıkları bir dönemde karşılaşıyor, “ötekinin” felaketini bu kadar yakından görünce, paniğe kapılıyor.
Yerlici (nativist) eğilimler milliyetçi, faşizan, AB karşıtı siyasi biçimler ürettikçe, AB’nin liberal-neoliberal eliti korkuyor, yerlici baskılara teslim olarak ayrıcalıklarını korumaya çalışıyor. Geçen hafta bunlardan biri “1930’lar geri dönüyor” diyordu. Bu kriz, kapitalist uygarlığın genel krizinin bir parçası...



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları