Yol ayrımı

08 Mayıs 2016 Pazar

İki günde ne çok şey oldu…
Uygar bir ülkede birkaç ayda yaşansa ortalığı yıkacak olaylar, bizde sadece 48 saat içinde oluyor ve sanki sıra dışı hiçbir şey olmamışçasına yaşam devam ediyor.
Geçen hafta Türkiye’ye gelen bir İtalyan arkadaşım, İstanbul gecelerindeki eğlenceye çok şaşırmış.
“Gündüz bunların yaşandığı bir ülkede insanlar hâlâ nasıl bu kadar keyifli olabiliyor” diye sordu: “İtalya’da hiçbir yerde bu kadar şen şakrak bir neşe, böyle gamsız bir keyif yok. Burada nasıl olabiliyor?”
“Burası Ortadoğu!” diyemedim.
Suriyeli bir tanıdığımdan benzer bir dinamiğin yanı başımızdaki Suriye’de yaşandığını dinlemiştim. Halep’e bombalar düşerken Şam’da düğün dernekler yapılıyor; sosyal yaşam savaş öncesinde olduğu gibi aynen tam gaz devam ediyormuş.
Bu “bölünmüş gerçeklik” ve “düalite hali” insanda bir “idrak” eksikliği, olan bitenin tam vehametini kavrayamama durumu yaratıyor.

‘Medyayı yok ediyor’
Son iki günü böyle bir “dumur hali” içinde geçirdim.
Davutoğlu’nun azlinin Erdoğan’ın tek adam rejimi” üzerindeki sonuçlarını tam gereğince tartmaya fırsat bulmadan, Can ve Erdem’in Çağlayan’da dün bütün güne yayılan Kafka-vari duruşması, duruşma arasındaki o lanet “silahlı saldırı” ve üstüne son olarak da 5’er yıldan neredeyse yağmur gibi yağan hapis cezalarının haberleri geldi.
Erdem’in “Bir eli kanlı katil, bir gazeteciyi yargılandığı sırada öldürmek istiyorsa bu yaşanacak bir Türkiye değildir!” sözleri aslında her şeyi özetliyordu.
Korku imparatorluğunun kol gezdiği, laikliğin sıfırlandığı, ifade özgürlüğünün yok edildiği, bağımsız yargının esamisinin kalmadığı, can güvenliğinin topun ağzında olduğu bir yerde yaşamaya artık ne kadar “yaşamak” denirdi?
Dünyanın takip ettiği simge bir davada dahi “Akıllı olun! Aklınızı alırız!” mesajı vermekten gocunmayan bir sistem var artık Türkiye’de.
O kadar göz önünde bir dava söz konusu ki saldırı anı tüm dünya kanallarında…
Böyle bir davada dahi hiç olmazsa “zevahiri kurtarmak adına” olsun bir gayret gösterilmiyor.
Erdoğan’ın tam AB’ye “Siz kendi yolunuza, biz kendi yolumuza!” postası koyduğu günün akşamında; “Balkanlar’ın en büyük adliye saray”ında aylardır hedefe yerleştirilen Can Dündar “göstere göstere” gelen bir saldırıya uğruyor.
Artık sözün bittiği yerdeyiz.
BBC, Al Jazeera, France 24, Deutsche Welle… gece boyu izledim. Sorulan sorular hep aynıydı: “Türkiye’de neler oluyor?”
DW muhabiri bu soruyu “Erdoğan tüm bağımsız medyayı yok etmeye çalışıyor. Türkiye Çin’den sonra artık en çok gazeteci hapseden ülke!” diye yanıtladı….
France 24’te Türkiye’de “kâbusun günden güne derinleştiği” anlatıldı. Sultanların dahi gücü vaktiyle bu denli sınırsız kullanamadıklarına dikkat çekildi.

‘Kalk borusu olmalı’
Sabah kalktığımda da uluslararası gazetelerin manşetlerinde “Cesaret Ana” fotoğrafları ile karşılaştım. Yazılanlara hiç girmiyorum. Sadece “New Yorker”dan Dexter Filkins’in satırlarıyla bitireyim bu yazıyı.
“Türk demokrasisinin 11. Saati” başlıklı yazısında gelinen noktadan Erdoğan kadar Davutoğlu’nun da sorumlu olduğuna işaret eden Filkins, “Davutoğlu’na ağlamayı bırakıp Türk demokrasisinin yasını tutalım!” diyor ve ekliyor:
“Erdoğan’ın gücü üzerindeki son denetimlerden biri daha gitti. Davutoğlu’nun istifası öyle ki Türk demokrasisinin son nefesini verdiği nokta olarak dahi hatırlanabilir… Erdoğan’ı gemleyecek artık hiç kimse yok. Davutoğlu’nun gidişinin Türk seçmenleri için bu itibarla bir kalk borusu olması umulur. Türk demokrasisi için vakit çok geç!”
Dışardan bize bakanların neden “Hâlâ bunlar böyle nasıl gülüp eğleniyor? Bu neyin neşesi” diye sorduklarını anlıyor musunuz?



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Sevgiliye Mektuplar 24 Mart 2024

Günün Köşe Yazıları