Trump ve Clinton

24 Ekim 2016 Pazartesi

ABD başkan adaylarını izlerken insan, “kendini, dünyanın ‘en yüce ülkesi’, ‘tek küresel güç’ olarak tanımlayan bir ülke, ancak bu tipleri mi çıkarabildi, hem de son derece kritik bir dönemde” sorusundan kaçınamıyor. Adaylardan biri, ırkçı, dolandırıcı, tacizci bir megaloman. Öbürü, gülerek, “Geldik gördük öl
dü” diyebilen bir militarist psikopat.

Çok kritik zamanlar
“Al birini vur ötekine” demek kolay ama durum aslında çok korkutucu. İngiliz Gizli Servisi MI6’nın önceki başkanı John Sawers’e göre “yine bir büyük güçler arası savaş olasılığı dönemine girdik(Financial Times). NATO’nun eski genel komutan yardımcılarından Gen. Richard Shireff, “NATO ile Rusya arasındaki gerginliğin soğuk savaş döneminden çok daha kötüolduğunu düşünüyor. Shireff’e göre, “Rusya, daha şimdiden ABD ile bir savaş durumu içinde olduğuna inanıyor(The National Interest).
Tam bu sırada, ABD’nin Asya’daki en eski müttefiklerinden (eski sömürgesi) Filipinler’in yeni başkanı, Çin ziyareti sırasında, “ABD’den ekonomik ve askeri olarak ayrılacağını” açıklıyor, Çin işadamlarıyla yaptığı bir toplantıda, “ABD kaybetti. Ben kendimi sizin ideolojik çizginize getiriyorumdiyor (The American Interest).
Dış politikayı “survivor oyunu sanan” Trump’ın (Ignatius, Washington Post) ekibi daha belli değil. Clinton’ın dış politika ekibini ise imparatorluk projesinin liberal ve neo-con uzmanları oluşturuyor (Washington Post). Halbuki, John Sawers’e göre “yeni ABD devlet başkanının birinci dış politika önceliği, Çin ya da Rusya ile doğrudan bir çatışmayı önlemek olmalıdır.” (Financial Times). Etkili yorumculardan Walter Russel Mead’in “Eğer Clinton seçilirse ilk işi ‘ABD’nin küresel konumu’nda, kendisinden önce gelenlerin yol açtığı gerilemeyi durdurmak ve tersine çevirmek olacaktır” sözlerini okuyunca iyimser olmak zor.

İki farklı yaklaşım
Dış politika çevrelerindeki tartışmalara, son raporlara bakınca kabaca iki eğilim görülüyor.
Bill Clinton’ın II. döneminde, Kosova savaşları sırasında şekillenen, “restorasyoncu” yaklaşım, bugüne kadar da “liberal emperyalizm”, “imparatorluk”, “arkadan liderlik” gibi çeşitli versiyonlarla egemen oldu. Bu yaklaşım, yükselen güçlerle değişmeye başlayan dünya dengelerine uyum sağlamayı kabul etmiyor. ABD dünya polisi olmalı, bölgelere düzen vermeli, merkezkaç güçleri, yükselen güçleri caydırarak ABD’nin hegemonyasını restore etmeli.
ABD’de uluslararası ilişkiler teorileri alanının duayenlerinden, John Mearsheimer ve Stephen Walt (Foreign Affaires), bu “restorasyoncu büyük strateji” paradigmasını sorguluyorlar. Bu iki yazara göre, ABD’nin, başkalarının sorunlarını çözmeye çalışmak yerine, kendi ülkesini inşa etmeye öncelik vermesi, dış politikada, “uzaktan dengeleme” politikalarını benimsemesi gerekiyor: ABD, dünyanın polisi olmaktan vazgeçmeli, yalnızca gerektiği zaman, en gerekli olaylara, son anda, sonucu belirleyecek yönde müdahale ederek hem asker, insan kaynaklarından tasarruf edebilmeli, hem de hep kazanan tarafta olmalı.
H. Clinton ise Brooking Institute, Centre for American Progress, Atlantic Council gibi kurumlardan, liberal emperyalist, neo-con uzmanların temsil ettiği, militarist, müdahaleci yaklaşımı benimsiyor. Washington Post da, dış politika seçkinlerinin, Suriye, İran gibi konularda Obama’dan uzaklaşan Clinton üzerinde bir mutabakata vardığını savunuyor. Eğer bu gözlem doğruysa, Trump da seçilse, Ulusal Güvenlik Konseyi’nde, (pratik hükümette) bu kesim egemen olacak demektir.
AKP Türkiye’sine gelince, ABD seçimlerinden sonra, artık iki iskemleye birden oturmaya çalışmak olanaksızlaşacaktır. AKP Türkiye’si, bulunduğu coğrafya, müdahaleci, militarist ABD politikalarına daha fazla hedef olurken, hangi iskemleyi seçerse seçsin, kendini ateşin içinde bulmaktan kurtaramayacaktır.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları