Dönülmez akşamın ufkunda mıyız?

08 Aralık 2016 Perşembe

Avusturya’da başkanlık seçimlerini neredeyse “aşırı sağ” partinin adayı kazanıyordu. İtalya’da seçmen Başbakan Renzi’nin reform paketine hayır diyerek, Avrupa Birliği’nin, “liberal dünya düzeninin” geleceği üzerindeki soru işaretlerine bir yenisini ekledi. Küreselleşme, liberal demokrasiyi peşinden sürükleyerek çökerken popülist bir dalga yükseliyor.

Bunlar rastlantı değil
Küreselleşmeci heves başladığında, liberal entelijensiyaya defalarca anlatmaya çalıştık: Küreselleşme ilk kez yaşanmıyor; krizle yakından ilişkilidir, yine kendi ağırlığı altında çökmesi çok büyük bir olasılıktır. Kapitalizmin iç çelişkilerinin yapısal belirleyiciliğini, sınıfsal kültürel yansımalarını unutmadığımız için bu kadar iddialı konuşabiliyorduk.
Bu olasılığın 1990’ların sonuna doğru ayırdına varan Amerikalı filozof R. Rorty’nin öngörüsü çarpıcıydı: Bu dünya ekonomisi yakında işçileriyle hiçbir toplumsal ortaklık duygusunu paylaşmayan bir kozmopolit seçkin grubun malı olacak”... “eninde sonunda... işçiler hükümetlerin işlerini, ücretlerini korumadığının ayırdına varacaklar, beyaz işçi sınıfı vergilerinin başkalarının sosyal haklarının maliyetini karşılamaya gitmesine itiraz edecek” işte “o zaman bir şey kopacak, taşralı seçmen sistemin başarısız olduğuna karar verecek; sorunlarını çözecek, kendini beğenmiş bürokratlara, hileci avukatlara... postmodern profesörlere haddini bildirecek bir güçlü adam arayacak.” (Achieving our country, 1998, Harvard, sf. 85-90,).
Bunlar Amerika’ya özgün bir durum değil! Örneğin, eylül ayında European Economic Review’da yayımlanan “Going to extremes: Politics after financial crises, 1870 - 2014” (Aşırıya gitmeler: Mali krizlerden sonra siyaset - Manuel Funkea, http://www.sciencedirect. com/science/article/pii/ S0014292116300587Moritz Schularick, Christoph Trebesch sf. 227 - 260) başlıklı çalışmaya bakabiliriz. Yazarlar 140 yıllık bir dönemi, 20 gelişmiş ekonomiyi, 800 genel seçimi inceleyince, mali krizlerin ertesinde halkın aşırı sağ partilere yönelme eğilimini, bu partilerin oylarının bu dönemlerde ortalama yüzde 30 arttığını saptamışlar. Bu aşırı sağa kayma, bütün krizlerde değil, yalnızca mali krizlerin ertesinde görülüyormuş.
Rorty’nin, adeta “Trump geliyor” diyen öngörüsü, yukarıdaki araştırmanın sonuçları, bir rastlantıyla değil yapısal durumla karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor.

Bu gidişin yönü değişebilir mi?
Belki de değişebilir. Ama nasıl? Pragmatist bir filozof olmasına karşın, Rorty’nin sola yönelik eleştirilerinde bir gerçeklik payı var: Sol ülkenin koşullarını iyileştirilebileceğinden umudunu kesti, bir kimlik siyasetini benimseyerek, değişime odaklanmak yerine kurbanların yarasına merhem olmaya çalıştı. Böylece bir seyirci konumuna geçti. Sonuçta entelektüellerle sendikal hareket arasındaki bağ koptu, kimlik siyasetinin dili, baskı ve sömürünün ekonomik köklerinin konuşulmasını zorlaştırdı; ücretler, işsizlik gibi sorunlar listenin sonuna kaydı.
Bunlar 1970’lerin, “savaş karşıtı” hareketin, “sivil haklar” mücadelesinin Amerika’sına ait gözlemler. Avrupa’da sığınmacı krizi, cihatçı terör, Türkiye’de siyasal İslamın iktidarı gerçeğinin, en önemlisi, ekonomik krizle teknolojik gelişmelerin işçi sınıfının yapısında yarattığı dönüşümlerin dünyasına uygunlukları tartışılabilir.
Ancak iki nokta önemli. Birincisi: Entelektüellerin hızla sendikalarla, işçi hareketiyle, “yeni orta sınıf proletarya”nın önemini ve özelliklerini unutmadan bağ kurması gerekiyor. İkincisi: Solun, var olan iktidar-hegemonya ortamının kültürel özelliklerini, baskının derecesini, güvenlik boyutunu hesaba katarak, parçalı yapısına uygun, çoğulcu bir çalışma tarzını, hızla geliştirerek seyirci olmaktan çıkması gerekiyor. Aksi takdirde “dönülmez akşamın ufkundayız...”  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları