Le Pen, Macron ve Avrupa’nın hasta adamı

06 Mayıs 2017 Cumartesi

Fransızlar bir “kral” edası taşıyan devlet başkanlarına meftundurlar: De Gaulle, Pompidou, Giscard, Mitterand… Fransa’nın hep köklü “monarşi” aurasını sürdüren cumhurbaşkanları oldu.
Fransa’nın başkanlık sistemi bu yüzden, 5. Cumhuriyetin kurulduğu 1958’den beri “cumhuriyetçi krallık” olarak adlandırılır.
İlk kez bu geleneğin kırılışına, bir kraldan çok soytarıyı andıran ve 2007 yılında Elysée’ye çıkan “bling bling/maganda” Sarkozy’nin sahne alışıyla şahit olduk.
Ünlü Fransız tarihçisi Emmanuel Todd o tarihlerde kaleme aldığı “Demokrasiden Sonra/ Après la démocratie” adında büyük bir yol ayrımına işaret eden kitabında tam bunu sorguluyordu.
“Agresif, dengesiz, narsisist, zenginlere hayran, ekonomi ve diplomaside kifayetsiz Nicolas Sarkozy gibi biri nasıl cumhurbaşkanı olabildi?” sorusuyla açılan kitap, ülkede sosyal çözülme, ekonomik kriz, büyüyen gelir farklılıkları, orta direğin güç yitirmesi gibi temel konulara çözüm üretemeyen Sarkozy’nin sorunlara iç tehdit ve dış tehdit şablonuyla “şamar oğlanı” bularak karşılık verdiğini söylüyordu.
“Dış tehdit” bağlamında bir “şamar oğlanı” olarak Sarkozy, AB kapısından geri çevrilen Türkleri, Fransa’nın içinde de Müslüman göçmenleri kullanıyordu.
Sarkozy’nin bu politikaları, Todd’a göre aynı zamanda Fransız demokrasisinin de çürümekte, çözülmekte olduğunu göstermekteydi. Tanınmış tarihçi kitabına bu nedenle “Demokrasiden Sonra” adını vermişti.

Ölüme karşı sıtmaya razı olmak
Çarşamba akşamı Fransız TV’lerindeki Le Pen-Macron tartışmasını izlerken, yaklaşık 10 yıl önce okuduğum bu kitabı hatırladım.
Karşımızdaki iki aday ve tanık olduğumuz düzeysiz tartışma, Avrupa’nın giderek “hasta adamı” olan Fransa’da on yıldır sürmekte olan bir çürümenin sonucuydu.
Irkçılığın “normalleşmesini” sağlayan Le Pen, bu noktaya Sarkozy’nin açtığı kapıdan gelmişti. Karşısında bir robot ifadesiyle oturan Macron ise, “ehveni şer”i temsil eden bir teknokrattan başka bir şey değildi. Onda da... De Gaulle, Pompidou, Giscard, Mitterand ekolünden eser yoktu...
2002 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Chirac’ın “Bir faşistle asla diyaloğa oturmam” diyerek TV’ye birlikte çıkmayı reddettiği dönemin Elysée adayı baba Le Pen’e radikal biçimde sırt çevirmesine karşın; Macron, Le Pen II’le karşılıklı konuşmayı kabul etmişti.
Bunu yapmasına yol açan neden, aradan geçen 15 yılda Le Pen familyasının temsil ettiği fikirlerin Fransız toplumu içinde artık reddedilmeyecek biçimde yol alması ve meşrulaşmasıydı. Bu “meşrulaşmayı” Sarkozy dönemi ve o dönemde açıkça yaşanan demokrasinin çürümesi sağlamıştı. Macron’un şimdi bu nedenle böyle bir tartışmaya “hayır” demesi, tartışmadan kaçması olarak yorumlanacaktı.

Yumurtanın akı misali
Ne ki bu şekilde ekrana çıkan iki aday arasında da anlamlı bir “sağ-sol” alternatifi yoktu.
“Irkçılığı” her şeye rağmen (bence haklı olarak!) “mutlak kötülük” görenler, her durumda eli mahkûm Macron’a oy verecekti.
Muhalefette olup “Macron neoliberalizmini”, “La Pen faşizmiyle” bir tutanlar, TV’de ne yaşanırsa yaşansın... Pazar sandığa gitmemekte kararlıydı.
Hal böyle olunca, TV’de izlediğimiz karşılıklı büyük hakaretlerin uçuştuğu tartışma, kamuoyu yoklamalarında fark edilir hiçbir oynama yaratmadı. Macron lehine 20 puan olan fark, TV tartışması öncesinde olduğu gibi, sonrasında da aynen kaldı.
Fransızlar bu şartlarda yarın sandıkta ölüm karşısında sıtmaya razı edilecek.
Aktör Gerard Depardieu yapılacak tercihi “Macron o kadar renksiz ki, bir yumurta akından farksız” diyerek tanımlıyor: “Macron’un sesi bana ulaşmıyor. İçime işlemiyor. Kaskatı bir tip. Onu tanımıyor ve anlamıyorum. Yüzeyinde olandan başka bir şey görmüyorum.”
Fransız TV’lerindeki tartışmayı izleyenler için bundan iyi bir Macron betimlemesi olamaz. Ama ekrana gene de bir “bayağılık abidesi” olarak çıkan Le Pen’e göre kendisi ehvenişer.
Bu zorlayıcı ehvenişerin ölçüsü Fransa demokrasisinin de, ne noktada gerilediğinin ölçüsü oluyor.  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Kılıçdaroğlu vakası 14 Nisan 2024
31 Mart’ın bahsi 7 Nisan 2024

Günün Köşe Yazıları