Soma felaketi anlaşılması, açıklanması zor, kabul edilmesi olanaksız bir sarsıntıyla büyük bir toplumsal travma yarattı.
Bu, felaketin yasının tutularak, tarihe terk edilebilmesi (travmanın aşılabilmesi) için, gerek doğrudan etkilenenlerin, gerekse de toplumun bilincinde anlamlandırılması, öncelikle “adalet” duygusunun tatmin olması, sonra tekrarını önleyecek adımların atılmakta olduğu konusunda bir mutabakatın oluşması gerekecektir. Felaket karşısında oluşan çaresizlik, edilgenlik, değersizleştirilmişlik duygusu, doğrudan etkilenenlerin, toplumun bilincinden, simgesel sisteminden silinmelidir. Bu temizliğin, iyileştirmenin, bir anlamda “tedavinin” gerçekleştirilebilmesi için, öfke, acı, haklı haksız suçlamalar serbestçe ifade edilmeli, felaketin tüm boyutları, veçheleri, ilgili neden-sonuç zinciri açıkça tartışılmalı “yaşanmış olan şey” tümüyle saydamlaştırılmalıdır.
Bugünkü siyasi iktidar bu “temizliği”, toplumsal iyileştirmeyi gerçekleştirebilir mi? Ben, gerçekleştiremeyeceğini, aksine uyguladığı, susturucu baskı ve şiddetle bir “blokaj” oluşturduğunu düşünüyorum.
Bu saptamamın arkasında, öncelikle şu gözlem yatıyor:
Bu siyasi iktidar, liderliği, kazanın ardından bir iyileştirici, temizleyici kimliği ile ortaya çıkamadı, aksine kendini travmadan etkilenenler arasında buldu. “Gezi” olayındaki ruh hali geri geldi, iktidarsızlaştırılmışlık duygusuyla, hiç düşünmeden, patolojik bir şiddetle, travmayı yaşamakta olanlara yönelik bir öfke krizine girdi.
Bu öfke krizi, bu iktidarın ve liderliğinin aklının istikrarını kaybettiğini gösteriyor: Açıklamalarında bir taraftan insan sorumluluğunu dışlayan takdiri ilahiye sığınmaya çalışıyor, diğer taraftan “her şeyi bozan” kötü eller arıyor.
Bu ruh hali, daha fazla öfkeyi, daha fazla korkuyu, değersizleştirilmekte olma duygusunu körükleyen bir “paranoya - şiddet - paranoya - daha fazla şiddet...” kısırdöngüsünün başladığını düşündürüyor. Bugünkü siyasi iktidar açısından ironik olan şu ki, temizliği, iyileştirmeyi gerçekleştirecek bir aktör olamadığı için, bu travmanın yaratacağı tüm tepkilerin hedefi olmaya devam edecek...
Bu ironi ne yazık ki toplumun geri kalanı için geçerli değil: Toplumun geri kalanı daha fazla baskıya, keyfi şiddete, susturma çabalarına hedef olmaya devam edecek.
Bu “paranoya - şiddet - paranoya - şiddet” kısırdöngüsünü kırmak da, çok daha büyük bir toplumsal travma yaşanmadan mümkün olamayacak. O zaman bile kısır döngünün kırılmasının koşulu bu travmada iyileştirme ve temizlik işlerini üstlenecek bir toplumsal öznenin oluşmasına bağlı. Bu “özne” aslında bugün de var.
Bu özneyi görebilmek için, “Yaşanan felakete kim, neden-sonuç ilişkisi içinde, tarihsel zemini unutmadan, felaketten etkilenenlere karşı büyük, karşılıksız bir sevgiyle, dayanışma duygusuyla yaklaşıyor?” sorusunu sormak yeterli?
Bu “özne”, Roboski, Reyhanlı katliamlarından, “Gezi”den sonra adalet arayışı içinde, 1 Mayıs’ta tarihine sahip çıkarak, tüm karmaşıklığı, renkleri ve arzularıyla birlikte kendini gösterdi. Ama bir sorun var!
Geçen hafta izlediğim görüntüler arasında, felaket alanı Soma’nın, büyük kentlerde polisin göstericilere saldırma alanlarının dışında beni en çok İstanbul metrosunda yapılmış bir kayıtta rastladığım görüntü düşündürdü.
Kayıtta, bir grup genç, Soma olayını, gönderme yaparak ortalıkta konuşmak isteyen bir vatandaşı, üzerine “O benim Başbakanım” sözleriyle yürüyerek susturmaya çalışıyordu. Bu sırada metro vagonundaki insanların hemen hepsi olanları tepkisiz biçimde izlemekle yetiniyorlardı.
Bu “küçük bir örnek” ama toplumdaki bölünmüşlük algısına uygun olduğu, bu algıyı temsil ettiği için önemli. Birbirini izleyen toplumsal travmalar, yukarıda değindiğim “kısırdöngü”, bu bölünmüşlüğü derinleştiriyor, taraflarını hızla açık, çok şiddetli yaşanması olası bir çatışmaya doğru sürüklüyor.
Bu çatışmayı, bu paranoya-şiddet kısırdöngüsünü körükleyen siyasi iktidarın önlemesi olanaklı değil. Bu nedenle yukarıda değindiğim özne kendini “şekillendirmeli”, giderek toplumun öbür yarısına, bu paranoyaşiddet kısırdöngüsünü çözecek bir dille yaklaşmanın yolunu bulmalı, bir iyileştirme ve temizleme süreci başlatmalıdır.
Felaketin Ertesinde
Yazarın Son Yazıları
Türkiye, yıllardır siyasal İslam rejiminin “toplumsal ruh mühendisliği” projesinin baskısı altında yaşıyor.
Erkek fantezilerini meşrulaştıran faşist ve siyasal İslamcı ideolojilerle hesaplaşmadan algoritmaları suçlamak kolaydır ama asıl nedeni görünmez kılan politik bir kaçıştır.
Sağın bu birlik refleksi, ideolojik bir tutarlılıktan değil, son derece sade bir siyasal sezgiden besleniyor: İktidarı istiyorsan yan yana duracaksın.
ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi’ne (UGS) bu kez emperyalizm ve faşizm kavramlarının ışığında bakacağım.
Önümüzdeki dönem dünya siyasetini yalnızca büyük güç rekabeti değil; milliyetçi, hatta uygarlıkçı reflekslerle donanmış yeni bir “teknolojik kapitalizm” biçiminin, faşist ideolojinin küresel ölçekte (öncelikle de UGS’nin, “göç dalgaları altında kimliğini kaybeden, gerileyen uygarlık” olarak tanımladığı Avrupa’ya), dayatılması belirleyecek.
Pazartesi günü, 2026’ya girerken ABD ekonomisinin çok kırılgan, küresel ekonominin resesyon eşiğinde olduğunu vurgulamıştım.
Dünya ekonomisi 2026’ya girerken resesyon sınırında (yüzde 3) yavaşlamaya devam ediyor, riskler ve büyüme önündeki engeller artıyor.
“Komisyon”, hukuki, idari ve anayasal bir zeminden yoksun.
The Economist 1990’larda, bir sayısında, finansallaşma başlarken 10 dev ABD bankasını kastederek “evrenin yeni efendileri” diyordu. Bu bankalar dünya borç piyasasında egemendi.
Serbest piyasa Ayetullahları sevindiler...
Küresel Organize Suç Endeksi’nin 2025 raporu açıklandı. Türkiye 2020’de 6.9 puanla 12. sıradayken bugün 7.2 ile 10. sıraya yükselmiş. Küresel ortalama 5.08. Bu endeks, sadece mafyanın gücünü ya da kaçakçılık hatlarını ölçmüyor; devlet içi yapılardan finansal suçlara, yargı bağımsızlığından ekonomiye sızmış suç ağlarına kadar geniş bir tabloyu ortaya koyuyor.
Küresel ısınma üzerine “Taraflar Konferansı” (COP30) Brezilya’da toplandı.
Emperyalist sistemin ABD, AB gibi merkezlerinin Türkiye gibi çevre ülkelerle ilişkilerinde demokrasi arzusu hiçbir zaman gerçek bir faktör olmadı. Bu ilişkiler her zaman çevre ülkenin ekonomik, jeopolitik açıdan kullanılabilir olma ilkesine dayandı.
Trump’ın başkanlığından hoşnut olmayanların oranı yüzde 60’ı geçti.
Busan’daki Trump-Şi zirvesi, yalnızca iki ülke arasındaki ticaret savaşında geçici bir ateşkes anlamına gelmiyor; aynı zamanda, 21. yüzyılın jeopolitik dengelerinde güç, liderlik gibi kavramların yeniden tanımlandığı bir döneme işaret ediyor. Zirvenin sonunda Trump’ın “12 üzerinden 10’luk bir görüşme” sözleri, Şi’nin ise “Dev gemiyi birlikte yönetiyoruz” vurgusu, ”yeni” bir durumu sergiliyor: Amerika artık “tek süper güç” değil.
Gözlerimizi gerçeğe açmamız gerekiyor.
Z kuşağının emeğin, doğanın, LGBTQ ve kadın haklarının değersizleştirilmesine, ırkçılığa gözetim kültürüne ve kurumsal otoriterliğe karşı zaman zaman isyana varan direnişi, yalnızca bir kuşak çatışması değil, sermayenin denetim kapasitesini sınırlayan tarihsel bir başkaldırı biçimi. Tam da bu nedenle, işletmelerinde kontrolü yitirme korkusu, teknoloji sermayesini giderek demokrasi düşmanı, hatta faşizan reflekslere sürüklüyor.
İsyan ve ekonomik kriz dinamikleri tarihte zaman zaman çakışıyor.
Geçtiğimiz günlerde, Altın 4 bin dolara ulaştı, piyasalarda “Borsa aşırı değerli” uyarıları sıklaştı. Jamie Diamond, Warren Buffet gibi ünlü yatırımcılar bu durumun sürdürülemezliğine işaret ediyorlar.
Gazze’de savaşın yerini alan ateşkes, ilk bakışta bir nefes alma imkânı sundu.
Cuma günü, Aurelien adlı bir yazarın “The cult of can’t” başlıklı denemesine rastladım. Perşembe yazımı okumuş olanların ilgisini çekeceğini düşünerek özetliyorum.
Kapitalizmin merkezlerinde (Anglosakson dünyada) uzun yıllar küreselleşmenin, teknolojinin (özellikle internet ve dijitalleşme) bizi “bugünden daha iyi” (özgür, demokratik, bolluk) günlere taşıyacağı anlatıldı.
Bu kez şanslıyım, önümde iki fotoğraf var. Meclis’in açılışında ve akşamında verilen davet sırasında çekilmiş bu fotoğraflar bugünkü siyasi şekillenmenin, “sağını-solunu”, çok güzel betimliyorlar.
Cumhurbaşkanının ABD ziyareti, MAPEG’in, 33 ilin topraklarını doğrudan madencilik yatırımlarına açması emperyalizm tartışmalarını yeniden canlandırdı.
Bilimde bazen bir sıçrama yalnızca araştırmacıların dar çevresini değil, tüm insanlığın geleceğini etkiler. 2020’de DeepMind’in geliştirdiği AlphaFold sistemi böyle bir andı.
“YZ dünyayı yutuyor” artık abartılı bir iddia değil.
Tsiridis’in çalışmasının en güçlü yanı, somut tarihsel analizleri belgelerle destekleyerek sivil toplumun (çoğunlukla göz ardı edilen) rolünü vurgulaması.
Dünya siyaseti ve ekonomisi, daha önce hiç görülmemiş bir biçimde birbirine benzeşen güç dinamikleriyle şekilleniyor.
Gazze’de yaşananlar, uluslararası medyada sıklıkla “çatışma”, giderek soykırım olarak tanımlansa da Prof. Jiang Xueqin olanların arkasında çok daha karanlık bir gerçeğin yattığını söylüyor.
ABD yönetimi, yeni savunma stratejisi raporunu, (QDR2001), 11 Eylül 2001 “olayının” tozu yatışmadan açıklamıştı.
Endonezya, yaygın protesto gösterileriyle sarsılıyor. Başkent Cakarta’dan ülkenin dört bir yanına yayılan bu olaylar, sadece yerel bir huzursuzluk değil, aynı zamanda küresel kapitalizmin çevre ülkelerde yarattığı derin eşitsizliklerin, devlet şiddetinin bir ürünü. İsyanın temelinde rejimin tüm kilit kurumların, parlamento dahil, içini boşaltmasıyla, demokratik haklarını kaybetmekte olduklarını hisseden geniş kitlelerin tepkisi yatıyor.
“Küreselleşme” yerini parçalanmaya bırakıyor, bir yeni-jeopolitik şekilleniyor.
Trump, seçim kampanyası boyunca, diktatör olmak dahil tüm arzularını açıkça söyledi. Dahası, Heritage Foundation “Project 2025” başlığı altında 900 sayfalık bir faşist devlete geçiş programı yayımladı. Bu program, devlet bürokrasisindeki özellikle de güvenlik bürokrasisindeki, “kurumsalcıları” ve “anayasalcıları” tasfiye ederek yerlerine başkana sadık olanları atamayı planlıyordu.
Uluslararası ilişkiler alanında yeni bir kavram var: “Ekonomik zorlama çağı” (Foreign Affaires).
Peki bu “ekonomik patlama” yaşanırken, insanların yerini YZ ajanları alırken, artan çıktıyı karşılayacak, kârların gerçekleşmesine, alınacak yatırım kararlarına kaynak olacak tüketici talebi nereden gelecek?
Rejim, seçimlerde kaybettiği belediyeleri geri alıyor, CHP’li belediyelerin liderliklerini tutukluyor, CHP’de Özgür Özel liderliğini tasfiye etmeye çalışıyor.
Amsterdam’da 1656 yılının temmuz ayında, 23 yaşındaki Baruch Spinoza, Avrupa’nın en güçlü sinagogunun önünde durdu, içeri girmeden derin bir nefes aldı.
ABD ekonomisinde, stagflasyon, “konut krizi” kaygıları artarken Trump, Ulusal Muhafızları, Washington DC sokaklarında konuşlandırdı...
Yaygın sıradanlaşmış, “veri hırsızlığı, sahte diplomalar (hoş değilmiş ama kazanç helalmiş), sahte imzalar” eşit (etnik) vatandaşlık topolojisi gibi çürüme semptomları üzerinde düşünürken aklıma eski bir yazımın başlığı geldi: “Hazırlıksız yakalanacağız”.
Köyler, dinler, mezhepler, tarikatlar, kabileler, fraksiyonlar...