Clinton’ın “It’s the economy stupid” (konu “ekonomidir aptal!”) uyarısından bu yana geçen 25 yılda galiba bir şeyler değişti. Seçmen artık, sanki ekonomik kaygılarla değil de, kültürel ideolojik nedenlerle oy veriyor.
Sol eğilimli The Nation dergisinin yaptığı kapsamlı bir araştırma, 2016 seçimlerinde seçmenin Trump’ı, ekonomik kaygılarla değil ırkçı ön yargıların etkisiyle seçtiğini düşündürüyor. Oxford Economics’in sonuçlarını 4 Mayıs’ta yayımladığı, 25 ülkeyi kapsayan bir araştırma, sağ popülizmin 35 yıldır istikrarlı bir biçimde yükseldiğini saptarken seçmenin esas olarak ekonomik kaygılarla değil, göçmenlerin etkisiyle oluşan bir “kültürel stres” altında oy verdiğini savunuyor.
Fransız seçimlerinin sonuçlarına ilişkin veriler, İngiltere’de Brexit referandumunun sonuçlarına ilişkin gözlemleri doğruluyor: İngiltere’de Brexit, Fransa’da Ulusal Cephe için oy verenlerin çoğu yüksek işsizlik ama düşük eğitim düzeyi ve kırsal, taşra bölgelerinden geliyor.
Türkiye’de CHP’nin genel seçimlerde, referandumlarda, seçmeni ekonomik vaatlerle etkilemeye yönelik çabalarının hep hüsrana uğradığını biliyoruz.
Yeni bir deney daha...
İngiltere’de seçmen 8 Haziran’da genel seçimlere gidiyor. Bu seçimlerde oy vermeye gidenler esas olarak, son 35 yılın ekonomik ve kültürel (“piyasa iyidir devlet kötü”) hegemonyasını temsil eden Muhafazakâr Parti’den May ile İşçi Partisi’nin lideri Corbyn arasında bir seçim yapacaklar.
May, Brexit’e karşıydı. Brexit referandumunu gündeme getirip kaybeden Cameron’un istifasından sonra muhafazakâr partinin başına geçince, koyu Brexit’çi oldu. May, Brexit projesinin mimarı sağ popülist (aslında Yeni-faşist ) UKİP’in neredeyse tüm küreselleşme, Avrupa Birliği, yabancı düşmanlığı programını, sağ popülizmin güçlü lider fantezisine de uygun bir dille, neo-liberal projeye ekleyerek yönetmeye başladı. UKİP de çöktü. May yeni bir şey söyleyemediği için olacak geçen hafta üç dakikalık bir konuşmasında, 25 kez “güçlü lider”, 15 kez “istikrar” vurgusu yapıyordu. May Genel seçimlere giderken tüm stratejisini “Corbyn zayıf yönetemez” savı üzerine kuruyor.
Gerçekteyse Corbyn’in, zayıf bir lider olduğunu söylemek kolay değil. Aksine, Corbyn, tüm medyanın, Blair’ci parti seçkinlerinin saldırıları karşısında hiç gerilemedi; İşçi Partisi’nin üye sayısını esas olarak gençlerden gelenlerle ikiye katlayarak 600,000’e çıkarttı. Egemen sınıfın neo-liberal seçkinlerinin ve medyanın tedirginliği, boşuna değil. “Ya Corbyn, aslında neoliberal mutabakatın içine çekilemeyecek güçlü bir liderse?”
Gerçekten de İşçi Partisi’nin geçen hafta açıklanan seçim platformu, neo-liberal basında adeta “infial” yarattı. Platform, tren işletmeciliğini, Posta idaresini, kimi enerji sektörü işletmelerini yeniden kamulaştırmayı, yöneticileri en düşük ücretli çalışanının ücretinin 20 katından fazla ücret alan şirketleri devlet ihalelerinden dışlamayı, sağlık sistemindeki özelleştirmeleri durdurarak geri çevirmeyi, evsizler için yeni konutlar yapmayı, AB üyesi ülkelerin vatandaşlarının İngiltere’deki haklarını korumayı, yılda 80.000 sterlinden az geliri olanların vergilerini arttırmamayı, finans sermayesini vergilendirmeyi, 9000 sterline ulaşabilen üniversite harçlarını kaldırmayı, özel okulların KDV muafiyetinin kaldırılmasıyla elde edilecek kaynaklarla ilkokullarda bedava yemek vermeyi vaat ediyor.
İlk kamuoyu yoklamaları halkın yüzde 56’sının bu vaatlerden çok memnun olduğunu gösteriyor. Ancak, aynı halkın yalnızca yüzde 30’u Corbyn’in ülkeyi yönetebileceğine inanıyor.
Bir tarafta ekonomik olarak çok cazip, hatta kapitalizm açısından gerekli önlemler, öbür tarafta, “kültürel stres”, ideolojik ön yargılar? Neo-liberal hegemonya... Bakalım ne göreceğiz.
Seçmen ve ekonomik kaygıları
Yazarın Son Yazıları
Pazartesi günü, 2026’ya girerken ABD ekonomisinin çok kırılgan, küresel ekonominin resesyon eşiğinde olduğunu vurgulamıştım.
Dünya ekonomisi 2026’ya girerken resesyon sınırında (yüzde 3) yavaşlamaya devam ediyor, riskler ve büyüme önündeki engeller artıyor.
“Komisyon”, hukuki, idari ve anayasal bir zeminden yoksun.
The Economist 1990’larda, bir sayısında, finansallaşma başlarken 10 dev ABD bankasını kastederek “evrenin yeni efendileri” diyordu. Bu bankalar dünya borç piyasasında egemendi.
Serbest piyasa Ayetullahları sevindiler...
Küresel Organize Suç Endeksi’nin 2025 raporu açıklandı. Türkiye 2020’de 6.9 puanla 12. sıradayken bugün 7.2 ile 10. sıraya yükselmiş. Küresel ortalama 5.08. Bu endeks, sadece mafyanın gücünü ya da kaçakçılık hatlarını ölçmüyor; devlet içi yapılardan finansal suçlara, yargı bağımsızlığından ekonomiye sızmış suç ağlarına kadar geniş bir tabloyu ortaya koyuyor.
Küresel ısınma üzerine “Taraflar Konferansı” (COP30) Brezilya’da toplandı.
Emperyalist sistemin ABD, AB gibi merkezlerinin Türkiye gibi çevre ülkelerle ilişkilerinde demokrasi arzusu hiçbir zaman gerçek bir faktör olmadı. Bu ilişkiler her zaman çevre ülkenin ekonomik, jeopolitik açıdan kullanılabilir olma ilkesine dayandı.
Trump’ın başkanlığından hoşnut olmayanların oranı yüzde 60’ı geçti.
Busan’daki Trump-Şi zirvesi, yalnızca iki ülke arasındaki ticaret savaşında geçici bir ateşkes anlamına gelmiyor; aynı zamanda, 21. yüzyılın jeopolitik dengelerinde güç, liderlik gibi kavramların yeniden tanımlandığı bir döneme işaret ediyor. Zirvenin sonunda Trump’ın “12 üzerinden 10’luk bir görüşme” sözleri, Şi’nin ise “Dev gemiyi birlikte yönetiyoruz” vurgusu, ”yeni” bir durumu sergiliyor: Amerika artık “tek süper güç” değil.
Gözlerimizi gerçeğe açmamız gerekiyor.
Z kuşağının emeğin, doğanın, LGBTQ ve kadın haklarının değersizleştirilmesine, ırkçılığa gözetim kültürüne ve kurumsal otoriterliğe karşı zaman zaman isyana varan direnişi, yalnızca bir kuşak çatışması değil, sermayenin denetim kapasitesini sınırlayan tarihsel bir başkaldırı biçimi. Tam da bu nedenle, işletmelerinde kontrolü yitirme korkusu, teknoloji sermayesini giderek demokrasi düşmanı, hatta faşizan reflekslere sürüklüyor.
İsyan ve ekonomik kriz dinamikleri tarihte zaman zaman çakışıyor.
Geçtiğimiz günlerde, Altın 4 bin dolara ulaştı, piyasalarda “Borsa aşırı değerli” uyarıları sıklaştı. Jamie Diamond, Warren Buffet gibi ünlü yatırımcılar bu durumun sürdürülemezliğine işaret ediyorlar.
Gazze’de savaşın yerini alan ateşkes, ilk bakışta bir nefes alma imkânı sundu.
Cuma günü, Aurelien adlı bir yazarın “The cult of can’t” başlıklı denemesine rastladım. Perşembe yazımı okumuş olanların ilgisini çekeceğini düşünerek özetliyorum.
Kapitalizmin merkezlerinde (Anglosakson dünyada) uzun yıllar küreselleşmenin, teknolojinin (özellikle internet ve dijitalleşme) bizi “bugünden daha iyi” (özgür, demokratik, bolluk) günlere taşıyacağı anlatıldı.
Bu kez şanslıyım, önümde iki fotoğraf var. Meclis’in açılışında ve akşamında verilen davet sırasında çekilmiş bu fotoğraflar bugünkü siyasi şekillenmenin, “sağını-solunu”, çok güzel betimliyorlar.
Cumhurbaşkanının ABD ziyareti, MAPEG’in, 33 ilin topraklarını doğrudan madencilik yatırımlarına açması emperyalizm tartışmalarını yeniden canlandırdı.
Bilimde bazen bir sıçrama yalnızca araştırmacıların dar çevresini değil, tüm insanlığın geleceğini etkiler. 2020’de DeepMind’in geliştirdiği AlphaFold sistemi böyle bir andı.
“YZ dünyayı yutuyor” artık abartılı bir iddia değil.
Tsiridis’in çalışmasının en güçlü yanı, somut tarihsel analizleri belgelerle destekleyerek sivil toplumun (çoğunlukla göz ardı edilen) rolünü vurgulaması.
Dünya siyaseti ve ekonomisi, daha önce hiç görülmemiş bir biçimde birbirine benzeşen güç dinamikleriyle şekilleniyor.
Gazze’de yaşananlar, uluslararası medyada sıklıkla “çatışma”, giderek soykırım olarak tanımlansa da Prof. Jiang Xueqin olanların arkasında çok daha karanlık bir gerçeğin yattığını söylüyor.
ABD yönetimi, yeni savunma stratejisi raporunu, (QDR2001), 11 Eylül 2001 “olayının” tozu yatışmadan açıklamıştı.
Endonezya, yaygın protesto gösterileriyle sarsılıyor. Başkent Cakarta’dan ülkenin dört bir yanına yayılan bu olaylar, sadece yerel bir huzursuzluk değil, aynı zamanda küresel kapitalizmin çevre ülkelerde yarattığı derin eşitsizliklerin, devlet şiddetinin bir ürünü. İsyanın temelinde rejimin tüm kilit kurumların, parlamento dahil, içini boşaltmasıyla, demokratik haklarını kaybetmekte olduklarını hisseden geniş kitlelerin tepkisi yatıyor.
“Küreselleşme” yerini parçalanmaya bırakıyor, bir yeni-jeopolitik şekilleniyor.
Trump, seçim kampanyası boyunca, diktatör olmak dahil tüm arzularını açıkça söyledi. Dahası, Heritage Foundation “Project 2025” başlığı altında 900 sayfalık bir faşist devlete geçiş programı yayımladı. Bu program, devlet bürokrasisindeki özellikle de güvenlik bürokrasisindeki, “kurumsalcıları” ve “anayasalcıları” tasfiye ederek yerlerine başkana sadık olanları atamayı planlıyordu.
Uluslararası ilişkiler alanında yeni bir kavram var: “Ekonomik zorlama çağı” (Foreign Affaires).
Peki bu “ekonomik patlama” yaşanırken, insanların yerini YZ ajanları alırken, artan çıktıyı karşılayacak, kârların gerçekleşmesine, alınacak yatırım kararlarına kaynak olacak tüketici talebi nereden gelecek?
Rejim, seçimlerde kaybettiği belediyeleri geri alıyor, CHP’li belediyelerin liderliklerini tutukluyor, CHP’de Özgür Özel liderliğini tasfiye etmeye çalışıyor.
Amsterdam’da 1656 yılının temmuz ayında, 23 yaşındaki Baruch Spinoza, Avrupa’nın en güçlü sinagogunun önünde durdu, içeri girmeden derin bir nefes aldı.
ABD ekonomisinde, stagflasyon, “konut krizi” kaygıları artarken Trump, Ulusal Muhafızları, Washington DC sokaklarında konuşlandırdı...
Yaygın sıradanlaşmış, “veri hırsızlığı, sahte diplomalar (hoş değilmiş ama kazanç helalmiş), sahte imzalar” eşit (etnik) vatandaşlık topolojisi gibi çürüme semptomları üzerinde düşünürken aklıma eski bir yazımın başlığı geldi: “Hazırlıksız yakalanacağız”.
Köyler, dinler, mezhepler, tarikatlar, kabileler, fraksiyonlar...
İskoçya’da imzalanan ABD-AB ticaret anlaşmasını, bir yorumcu, İngiltere’nin “Süveyş anına” benzetti. İngiltere, 1956’da Fransa ve İsrail ile Süveyş Kanalı’nı ele geçirmek için hamle yaptığında, ABD’nin, “Geri çekilmezsen finansal sistemini çökertirim” tehdidine boyun eğmiş, artık hegemonyacı bir güç olmadığını öğrenmişti. Sanırım, bu anlaşmayla, Avrupa Birliği de ABD ve Çin’in yanında 3. bir küresel hegemonya merkezi olmadığını anladı.
Çin liderliğinin iki yol ayrımı önünde tercih yapması gerekiyor.
Kürt hareketinin siyasi ve askeri temsilcileri uzun erimli bir proje bağlamında süreci ilerletebilecek bir fırsat yakaladıklarını düşünüyorlar. Haklı olabilirler. Ancak süreci doğru anlamlandırabildiklerinden emin değilim. Bugüne kadar Kürt halkının haklar ve özgürlükler taleplerini her zaman desteklemiş biri olarak düşüncelerimi paylaşmak istiyorum.
Japonya’da pazar günü yapılan “Üst Meclis” seçimleri, ülkenin siyasi manzarasının değişmeye başladığını gösteriyor...
Ortadoğu’daki gelişmeleri jeopolitiğin gözlükleriyle okuma alışkanlığı yaygın. Halbuki, “jeopolitik”, devletlerin, “coğrafya kontrolü” konusundaki arzularına, kaygılarına ilişkindir. Emperyalizm ise kapitalizmin andaki ve bu anı kapsayan dönemdeki özelliklerinin anlaşılarak eleştirilmesine...