Fransa’da Tanıdık Bir Tartışma

02 Haziran 2014 Pazartesi

Avrupa Parlamentosu seçimlerinin Fransa ayağında, aşırı sağcı (faşist) Ulusal Cephe (FN) partisinin yüzde 25 oy oranıyla birinci gelmesi, medyaya “şok dalgası”, “deprem” gibi kavramlarla yansıdı.
Bu sonuçları izlerken, bizim açımızdan çok tanıdık bir tartışma dikkatimi çekti. Özellikle “Gezi Olayı”nın yıldönümünde bu tartışmayı paylaşmanın yararlı olacağını düşündüm.

Entelektüellerin ihaneti
Jean Birnbaum, Le Monde’da “Ces intellectuels qui dédiabolisent le FN” (sanırım şöyle çevrilebilir: “FN’nin kirli imajını yıkayan entelektüeller”) başlıklı yorumunda, “FN’nin önlenebilir yükselişini anlamaya çalışan tarihçiler, FN’nin kirli imajını yıkayan entelektüellerin rolünü de ortaya koymak zorunda kalacaklar” diyor.
İlericilik adına yazan kimi entelektüeller, solun antifaşizm “saplantısı” olarak gördükleri şeye karşı bir kampanya yürütmüşler. Bu entelektüeller “faşizme, ırkçılığa karşı” olma tutumlarına “yapıçözümcü” (postmodern - EY) analizler uygulama adına, bu iki “karşıtlığı” adeta toplumun zaafları olarak tanımlamaya; bu “pis hayvanın”, aslında “hayali bir canavar” olduğunu kanıtlamaya çalışırken, onu “iyi bir evcil hayvan gibi” sunmuşlar. Bu entelektüeller, faşizme karşı olanların savlarını çürüterek gözlerini açmaya çalışırken, aslında bildiklerini unutturmaya çalışıyorlarmış.
Bu entelektüeller, “Cumhuriyetin erkek ve kadınlarını”, geçmişi durmadan anımsamanın bilincimizi bulanıklaştıracağına, FN’nin radikal biçimde değiştiğine, Fransa’da, faşizm karşıtlarının hayallerinden başka bir yerde faşist kalmadığına ikna etmeye çalışmışlar. Bunlar, FN’nin kimi kurucularının Vichi (Nazi işbirlikçisi hükümet) dönemini özlediklerini unutup, kötü imajını yıkamaya katkıda bulunmuşlar. Yazar, “Tarihçiler bunları anlamaya çalışacaklar, biz ise şaşkınlıkla seyrediyoruz” diyor.
Şimdi, son 10 yılı düşünün, Birnbaum’un bu değerlendirmesini alıp, FN’in yerine, siyasal İslamın Partisi AKP’yi koyun (FN eşittir AKP demiyorum, yalnızca bir akıl egzersizi öneriyorum). Benzer bir entelektüel cinsinin “laikçi”, “ulusalcı” dedikleri bir şeye karşı mücadele ederken, siyasal İslamın kadın politikasını, Yahudi-Alevi düşmanlığını, özgürlüklere yaklaşımını, getirmeye başladığı “biyo-politik” (beden denetim) uygulamalarını nasıl görmezden geldiklerini kolaylıkla anımsayacaksınız.
Bu entelektüeller, AKP’nin Osmanlı nostaljisini, ideolojisinde içkin olan projeyi görmezden gelip, siyasal İslamın “değişerek demokratikleştiğini” ısrarla tekrarladılar; Cumhuriyetin vatandaşlarının kafasına kaktılar; siyasal İslamın uygulamalarına yönelik eleştirileri “niyet okumak”, teorik tarihsel analizleri “önyargı” olarak mahkûm ettiler. Bunlar bugün büyük bir “şaşkınlıkla” izledikleri sözde “değişimin” zeminini bizzat kendileri hazırladılar. Şimdi, AKP hükümetinin uyguladığı şiddet hızla artarken, bu sorumluluktan kaçıp yeniden, gelecekte aynı zararları vermek üzere, sol çevrelerin içine dönmeye çalışıyorlar. Soma felaketinden sonra aniden Marx’ı ve sınıf kavramını anımsamış olmaları da ayrıca ibret vericidir.

Seçimler - demokrasi fantezileri
Stefan Simons’un Liberation’da yayımlanan, “Le Triomphe électoral du FN en trompe l’oeil” (Göz yanılması olarak FN’nin seçim zaferi) başlıklı yazısı da bu tartışmanın bir başka tarafını oluşturuyor.
Simons, seçim sonuçlarının ayrıntılı bir analizini yapıyor; birinciliğin seçimlerde oyların yüzde 25’ini alan FN’ye değil, seçimlere katılmayan yüzde 43’e ait olduğunu savunuyor. FN’nin oylarında mutlak anlamda kayda değer bir artış olmamış. Simons, sonuçları abartarak paniğe kapılmanın anlamsız olduğunu savunuyor.
Ancak Simons’un analizine tarihin ışığında bakınca, bu sonuçları küçümsemenin ne kadar riskli olduğu görülür. Çünkü kimi zaman sandıktan birinci olarak çıkan bir parti, toplam seçmenin çoğunluğunun oyunu almamış bile olsa, hükümet olunca, “tarafsız” kesimi kazanacak adımları kolaylıkla atabiliyor; devlet aygıtını kullanarak oylarının oranını ve mutlak sayısını artırabiliyor.
Almanya’da Kasım 1932 seçimlerinde katılım yüzde 80 oldu, Hitler bu seçimlerde oyların yüzde 33’ünü (toplam seçmenin yalnızca yüzde 25’nin desteğini) aldı, Ocak 1933’te şansölye olarak atandı. Mart 1933 seçimlerinde, Nazi partisi oylarını yüzde 30’dan fazla artırdı. Katılımın yüzde 70 dolayına düştüğü bu seçimlerde Hitler’in partisi oyların yüzde 44’ünü (toplam seçmenin yüzde 38’i) aldı.
Türkiye’de AKP 2003 genel seçimlerinde oyların yüzde 33’üyle (toplam seçmenin yüzde 26’sının desteğiyle) iktidara geldi. Sonra, Birnbaum’un kimi entelektüellerin tavrına ilişkin anlattıklarına benzer bir süreç Türkiye’de de yaşandı, “darbeciler” dendi, “Yetmez ama evet” dendi... Sonrası malum...

Postmodernizm ve diğer tuhaflıklar
Yukarıda değinilen entelektüel tipi, kökleri 1970’lere kadar gitse de 1990’ları kasıp kavuran postmodernizm/liberalizm dalgasının kıyılarımıza getirdiği pisliklerin üzerinde türedi.
Bu dalga “1968” depremiyle başladı, Doğu Bloku’nun çökmesiyle enerji kazanarak yükseldi. Kabaca özetlersek, bu dalganın getirdiği pisliklerin üzerinde türeyenler, insan aklının eleştirel gücünü, kolektif eylemin “dünyayı yeniden yapma” kapasitesini, bu eylemin dayanabileceği “büyük söylemleri” (ulus, sınıf vb., kapitalizm, komünizm), bedenlerden ve kültürlerden ayrıca “hakikatlerin”, bencil arzulardan başka arzuların olabileceğini, kapitalizmin aşılabileceğini, bilimin hurafe ve mitoloji karşısındaki ayrıcalıklı yerini yadsıyordu. Bunlara göre ideolojiler bitmişti, sınıf kavramı anlamını yitirmişti. Bu dalga, “Aydınlanma geleneğinin” mirasını hedef alıyor, ister istemez Aydınlanma öncesi, dinci ideolojilerin önünü açıyordu.
Aynı anda küreselleşmeci bir “büyük söylem” (neo-liberalizm) dalgası, jeopolitiğin sonunun geldiğini, ulus devletlerin iktidarlarını kaybettiğini savunuyor, toplumsal yaşamın tümünün pazar ilişkisine bağımlı olmasını istiyordu. Ekonomi siyasi müdahalenin (demokrasinin), sendikaların, hatta işçi haklarının etkilerinden kurtulmalıydı. Böylece düz pürüzsüz bir dünya ekonomisi oluşacak, kültürler kaynaşacak, ulusçuluk, ırkçılık yok olacaktı. Artık bizi demokrasi, barış; bu ütopyada da çelişkisiz, dolayısıyla sonsuza kadar yaşayacak bir kapitalizm bekliyordu.
Asya kriziyle, “siyasal İslam”ın (büyük bir söylem) yükselmeye başlamasıyla, Kosova savaşıyla, borsa krizleriyle, 1990’larla biterken, 2000’li yıllarda, emperyalist savaşlar, “ekonomik depresyon” ulusalcılık, nihayet, kitle eylemlilikleri, küreselleşme karşıtlığı, “komünizm” geri geliyordu.
Bu entelektüeller, 2000’li yıllarda, sözde savundukları özgürlükler adına, artık geride kalmaya başlayan postmodern, küreselleşmeci, illüzyonlarla, o çok arzuladıkları özgürlüklere karşı akımları desteklemeyi iş edindiler. Fransa’da faşist, Türkiye de siyasal İslam gibi totaliter hareketlerin yükselmesinde araç oldular. Tarih bunları unutmayacak, biz de...  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları