Dün bu ülkede birçok Türkiye vardı: Emeğin ve sermayenin Türkiye’si, Türklerin ve Kürtlerin Türkiye’si, Kadınların ve Erkeklerin Türkiye’si, LGBT ve homofobi Türkiye’si. Tüm bunlar yok olmadılar ama bir başka bölünmüşlüğün egemenliği altına girdiler: Laik, demokratik bir toplumda yaşayamayacağına inanan siyasal İslamın Türkiye’si ve laik, en azından “liberal demokratik” bir ülkede yaşamak isteyenlerin Türkiye’si.
Egemen duygu korku
Çünkü bu ülkede bir Türkiye öbür Türkiye’den korkuyor. Dahası, bunlar içeriği, yoğunluğu, sonuçları birbirinden farklı korkular.
Siyasal İslamın Türkiye’sinde korku, kendini türlü sayıklamalarla dışavuran bir paranoya düzeyinde seyrediyor. Arkadaşlarımız aylardır bu yüzden tutuklu, bugün onları bu korku suçluyor, gazetemizi susturmaya çalışıyor. Bu Türkiye, hem laik demokratik taleplerden, adalet isteyenlerden korkuyor, hem de tüm dünyanın kendilerine karşı bir komplo kuruyor olmasından. Kurtulmak için çabaladıkça korkuları daha da artıyor.
Laik demokratik bir ülkede yaşamak isteyenler, hem yaşam dünyalarının yıkılmasından korkuyorlar, hem de karşı tarafın paranoyasının dozu gittikçe artan bir fiziki ve simgesel şiddet dalgası üreterek yükselmesinin sonuçlarından... Haksız da değiller; devlet ve şiddet araçları, yargı öteki Türkiye’nin elinde...
İki hastalık
Laik, demokratik Türkiye kimi zaman bir direniş refleksi gösterse bile, bu çoğu zaman direnişin momentumunu koruyamıyor; birden duraklıyor, adeta karanlık bir gecede bir traktörün farlarının ışığında donup kalan tavşanlar gibi... Bu Türkiye’nin hastalığı, AKP’nin özgünlüğünü kavrayamamak, ortak çıkarlarını görememek, bir türlü aşılamayan parçalanmışlık.
Öbür Türkiye’nin hastalığını, akut bir “narsisizm” olarak tanımlayabiliriz: Aşırı bir kendini beğenmişlik, önemini abartma, aynı anda derin bir beğenilme gereksinimi (açlığı), “ötekine” karşı empati yokluğu. Bu hastalıkta, aşırı özgüven maskesinin arkasında, en ufak bir eleştiriye dayanamayan çok zayıf bir özsaygı, gücüne hatta değerine ilişkin derin bir kuşku saklanır.
Bir taraftan, dünya bize bakıyor, Batılılar korkuyor kâbus görüyor... Çünkü onların uygarlığı çürüyor, hakikat fikri bizde var... İnsanlığın yükü bizim omuzlarımızda. Türkiye kurucu rol oynayacak... Sonra, İnsanlığın yükü omuzlarımızda ama ortada tek bir dış politika başarısı yok; “U” dönüşlerden fırıldağa döndük. Esad yerinde duruyor!
Ve Paranoya... “Ufacık İsrail tüm Ortadoğu’yu parmağında oynatıyor”, “Mısır, BAE, Suudiler İsrail’in yanında ve bize karşı”... Almanya tehdit ediyor... AB tavır alıyor. Kimsenin bize saygısı yok!
Diğer taraftan, her yolu denedik, herkesi susturduk, sandıktan en fazla yüzde 51 çıktı. Bir yıl önce, “işgalciler” ülkenin en büyük kentinde, akşam trafiğin ortasında darbe yapmaya kalkışabildiler. Bir yıl geçti, hâlâ dünyayı inandıramadık, darbenin siyasi ayağını, olayların akışını, kimin nerede olduğunu açığa çıkaramadık... “Allah’ın lütfu” deyip bizden olmayan herkesi, çoluğu çocuğu ne yer ne içer diye düşünmeden sokağa atıyoruz.
Hakikat fikri bizde var, ama ne zaman ekranlara çıksak aklımıza önce kadın, çocuk cinselliği, deve sidiği filan gibi şeyler geliyor: “cihat bilmeyene matematiğin faydası yok” gibi inciler yumurtluyoruz. Her şeyi o kadar biliyoruz da, kurucu mitlerin (anlatıların) daha dün, gözler önünde gerçekleşen tuhaflıklardan değil, tuhaflıkları unutulmuş “efsanelerden” imal edildiğini bilemiyoruz. Sonra afişlerimiz, kılık kıyafetimiz, sloganlarımız, cehaletimiz alay konusu oluyor...
Bilinçdışı da rahat bırakmıyor: Her fırsatta “Reis’e bir şey olursa” diye söze başlayıp kanlı fanteziler üretiyoruz...“Ya bugünler bir gün biterse?” Öyleyse, ya her şeyi taksilerin içine kadar kontrol edeceğiz ya da, her eleştiri kaos arzusu, her eleştiren kaos örgütü, her sokağa çıkan terörist işbirlikçisi... Her gün daha çok korkuyoruz. Korktukça, kinimize, dinimize daha çok sarılıyor, daha hızlı silahlanıyoruz...
İki Türkiye’nin arasındaki uçurum giderek derinleşiyor...
İki Türkiye var
Yazarın Son Yazıları
Pazartesi günü, 2026’ya girerken ABD ekonomisinin çok kırılgan, küresel ekonominin resesyon eşiğinde olduğunu vurgulamıştım.
Dünya ekonomisi 2026’ya girerken resesyon sınırında (yüzde 3) yavaşlamaya devam ediyor, riskler ve büyüme önündeki engeller artıyor.
“Komisyon”, hukuki, idari ve anayasal bir zeminden yoksun.
The Economist 1990’larda, bir sayısında, finansallaşma başlarken 10 dev ABD bankasını kastederek “evrenin yeni efendileri” diyordu. Bu bankalar dünya borç piyasasında egemendi.
Serbest piyasa Ayetullahları sevindiler...
Küresel Organize Suç Endeksi’nin 2025 raporu açıklandı. Türkiye 2020’de 6.9 puanla 12. sıradayken bugün 7.2 ile 10. sıraya yükselmiş. Küresel ortalama 5.08. Bu endeks, sadece mafyanın gücünü ya da kaçakçılık hatlarını ölçmüyor; devlet içi yapılardan finansal suçlara, yargı bağımsızlığından ekonomiye sızmış suç ağlarına kadar geniş bir tabloyu ortaya koyuyor.
Küresel ısınma üzerine “Taraflar Konferansı” (COP30) Brezilya’da toplandı.
Emperyalist sistemin ABD, AB gibi merkezlerinin Türkiye gibi çevre ülkelerle ilişkilerinde demokrasi arzusu hiçbir zaman gerçek bir faktör olmadı. Bu ilişkiler her zaman çevre ülkenin ekonomik, jeopolitik açıdan kullanılabilir olma ilkesine dayandı.
Trump’ın başkanlığından hoşnut olmayanların oranı yüzde 60’ı geçti.
Busan’daki Trump-Şi zirvesi, yalnızca iki ülke arasındaki ticaret savaşında geçici bir ateşkes anlamına gelmiyor; aynı zamanda, 21. yüzyılın jeopolitik dengelerinde güç, liderlik gibi kavramların yeniden tanımlandığı bir döneme işaret ediyor. Zirvenin sonunda Trump’ın “12 üzerinden 10’luk bir görüşme” sözleri, Şi’nin ise “Dev gemiyi birlikte yönetiyoruz” vurgusu, ”yeni” bir durumu sergiliyor: Amerika artık “tek süper güç” değil.
Gözlerimizi gerçeğe açmamız gerekiyor.
Z kuşağının emeğin, doğanın, LGBTQ ve kadın haklarının değersizleştirilmesine, ırkçılığa gözetim kültürüne ve kurumsal otoriterliğe karşı zaman zaman isyana varan direnişi, yalnızca bir kuşak çatışması değil, sermayenin denetim kapasitesini sınırlayan tarihsel bir başkaldırı biçimi. Tam da bu nedenle, işletmelerinde kontrolü yitirme korkusu, teknoloji sermayesini giderek demokrasi düşmanı, hatta faşizan reflekslere sürüklüyor.
İsyan ve ekonomik kriz dinamikleri tarihte zaman zaman çakışıyor.
Geçtiğimiz günlerde, Altın 4 bin dolara ulaştı, piyasalarda “Borsa aşırı değerli” uyarıları sıklaştı. Jamie Diamond, Warren Buffet gibi ünlü yatırımcılar bu durumun sürdürülemezliğine işaret ediyorlar.
Gazze’de savaşın yerini alan ateşkes, ilk bakışta bir nefes alma imkânı sundu.
Cuma günü, Aurelien adlı bir yazarın “The cult of can’t” başlıklı denemesine rastladım. Perşembe yazımı okumuş olanların ilgisini çekeceğini düşünerek özetliyorum.
Kapitalizmin merkezlerinde (Anglosakson dünyada) uzun yıllar küreselleşmenin, teknolojinin (özellikle internet ve dijitalleşme) bizi “bugünden daha iyi” (özgür, demokratik, bolluk) günlere taşıyacağı anlatıldı.
Bu kez şanslıyım, önümde iki fotoğraf var. Meclis’in açılışında ve akşamında verilen davet sırasında çekilmiş bu fotoğraflar bugünkü siyasi şekillenmenin, “sağını-solunu”, çok güzel betimliyorlar.
Cumhurbaşkanının ABD ziyareti, MAPEG’in, 33 ilin topraklarını doğrudan madencilik yatırımlarına açması emperyalizm tartışmalarını yeniden canlandırdı.
Bilimde bazen bir sıçrama yalnızca araştırmacıların dar çevresini değil, tüm insanlığın geleceğini etkiler. 2020’de DeepMind’in geliştirdiği AlphaFold sistemi böyle bir andı.
“YZ dünyayı yutuyor” artık abartılı bir iddia değil.
Tsiridis’in çalışmasının en güçlü yanı, somut tarihsel analizleri belgelerle destekleyerek sivil toplumun (çoğunlukla göz ardı edilen) rolünü vurgulaması.
Dünya siyaseti ve ekonomisi, daha önce hiç görülmemiş bir biçimde birbirine benzeşen güç dinamikleriyle şekilleniyor.
Gazze’de yaşananlar, uluslararası medyada sıklıkla “çatışma”, giderek soykırım olarak tanımlansa da Prof. Jiang Xueqin olanların arkasında çok daha karanlık bir gerçeğin yattığını söylüyor.
ABD yönetimi, yeni savunma stratejisi raporunu, (QDR2001), 11 Eylül 2001 “olayının” tozu yatışmadan açıklamıştı.
Endonezya, yaygın protesto gösterileriyle sarsılıyor. Başkent Cakarta’dan ülkenin dört bir yanına yayılan bu olaylar, sadece yerel bir huzursuzluk değil, aynı zamanda küresel kapitalizmin çevre ülkelerde yarattığı derin eşitsizliklerin, devlet şiddetinin bir ürünü. İsyanın temelinde rejimin tüm kilit kurumların, parlamento dahil, içini boşaltmasıyla, demokratik haklarını kaybetmekte olduklarını hisseden geniş kitlelerin tepkisi yatıyor.
“Küreselleşme” yerini parçalanmaya bırakıyor, bir yeni-jeopolitik şekilleniyor.
Trump, seçim kampanyası boyunca, diktatör olmak dahil tüm arzularını açıkça söyledi. Dahası, Heritage Foundation “Project 2025” başlığı altında 900 sayfalık bir faşist devlete geçiş programı yayımladı. Bu program, devlet bürokrasisindeki özellikle de güvenlik bürokrasisindeki, “kurumsalcıları” ve “anayasalcıları” tasfiye ederek yerlerine başkana sadık olanları atamayı planlıyordu.
Uluslararası ilişkiler alanında yeni bir kavram var: “Ekonomik zorlama çağı” (Foreign Affaires).
Peki bu “ekonomik patlama” yaşanırken, insanların yerini YZ ajanları alırken, artan çıktıyı karşılayacak, kârların gerçekleşmesine, alınacak yatırım kararlarına kaynak olacak tüketici talebi nereden gelecek?
Rejim, seçimlerde kaybettiği belediyeleri geri alıyor, CHP’li belediyelerin liderliklerini tutukluyor, CHP’de Özgür Özel liderliğini tasfiye etmeye çalışıyor.
Amsterdam’da 1656 yılının temmuz ayında, 23 yaşındaki Baruch Spinoza, Avrupa’nın en güçlü sinagogunun önünde durdu, içeri girmeden derin bir nefes aldı.
ABD ekonomisinde, stagflasyon, “konut krizi” kaygıları artarken Trump, Ulusal Muhafızları, Washington DC sokaklarında konuşlandırdı...
Yaygın sıradanlaşmış, “veri hırsızlığı, sahte diplomalar (hoş değilmiş ama kazanç helalmiş), sahte imzalar” eşit (etnik) vatandaşlık topolojisi gibi çürüme semptomları üzerinde düşünürken aklıma eski bir yazımın başlığı geldi: “Hazırlıksız yakalanacağız”.
Köyler, dinler, mezhepler, tarikatlar, kabileler, fraksiyonlar...
İskoçya’da imzalanan ABD-AB ticaret anlaşmasını, bir yorumcu, İngiltere’nin “Süveyş anına” benzetti. İngiltere, 1956’da Fransa ve İsrail ile Süveyş Kanalı’nı ele geçirmek için hamle yaptığında, ABD’nin, “Geri çekilmezsen finansal sistemini çökertirim” tehdidine boyun eğmiş, artık hegemonyacı bir güç olmadığını öğrenmişti. Sanırım, bu anlaşmayla, Avrupa Birliği de ABD ve Çin’in yanında 3. bir küresel hegemonya merkezi olmadığını anladı.
Çin liderliğinin iki yol ayrımı önünde tercih yapması gerekiyor.
Kürt hareketinin siyasi ve askeri temsilcileri uzun erimli bir proje bağlamında süreci ilerletebilecek bir fırsat yakaladıklarını düşünüyorlar. Haklı olabilirler. Ancak süreci doğru anlamlandırabildiklerinden emin değilim. Bugüne kadar Kürt halkının haklar ve özgürlükler taleplerini her zaman desteklemiş biri olarak düşüncelerimi paylaşmak istiyorum.
Japonya’da pazar günü yapılan “Üst Meclis” seçimleri, ülkenin siyasi manzarasının değişmeye başladığını gösteriyor...
Ortadoğu’daki gelişmeleri jeopolitiğin gözlükleriyle okuma alışkanlığı yaygın. Halbuki, “jeopolitik”, devletlerin, “coğrafya kontrolü” konusundaki arzularına, kaygılarına ilişkindir. Emperyalizm ise kapitalizmin andaki ve bu anı kapsayan dönemdeki özelliklerinin anlaşılarak eleştirilmesine...