Aslında bir süredir “hesap” filan yoktu. AKP Türkiyesi’nin dış politika fantezilerini destekleyen illüzyonlar vardı o kadar.
Ortaçağın Haçlı ordularının vahşetini aratmayan IŞİD, Musul’u, bazı Irak kentlerini, Irak’ın en büyük rafinerisini, bu arada yüzlerce insanı infaz ederek ele geçirince, ABD dış politika çevrelerinde “şafak attı”. Aslında, “şafak attı” demek de doğru değil. Çünkü ABD’li bir Irak uzmanı ve CENTCOM Danışmanı Prof. Derek Harvey, David Ignatius’un aktardığına göre “IŞİD, Musul’un kontrolünü aslında iki ay önce ele geçirdi”... “Geçen hafta IŞİD’in yaptığı, bu süreci tamamlamak, adeta çürük ağacı devirmek oldu” (Washington Post 14/06) diyormuş.
ABD, Zarkavi’nin mirası IŞİD’in esas olarak şiddete dayalı, tüm Sünnileri, Şiilere karşı öz savunmaya iterek birleştirmeyi, bu “birlik” üzerinde bir halifelik kurmayı arzuladığını da biliyordu. Saddam ile El Kaide arasında bir bağ icat edebilmek için Zarkavi’nin adını, General Powell’in 2003 BM konuşmasında 20 kez anarak öne çıkaran, böylece hızla mali kaynak ve kadro kazanmasının önünü açan da ABD’ydi (Warrick, Washington Post, 14/06). IŞİD Suriye’de Esad rejimine karşı savaşmaya başlayınca, Körfez ülkeleri ve Türkiye üzerinden desteklenmeye başlanmasına göz yuman, hatta destek veren de... Cihatçı teröristlerle ABD arasındaki ilişkiyi Afganistan’a kadar götürüp oradan Libya’ya getirebiliriz. Bunları, ABD’nin dış politika yalpalamaları, hesap hatalarının sonucu olarak görebiliriz. “ABD’nin elinde büyük bir çekiç var, nasıl olsa eninde sonunda bu çiviyi de (etrafını yıkmak pahasına) çakar diyebiliriz”. Ama düne kadar bir yöne gider gibi görünen süreçlerin, şimdilik başka bir yana dönmeye başladığını kabul etmek durumundayız.
Birkaç hafta öncesine kadar ABD hâlâ Esad rejimini yıkmaya kararlıydı ama bunu cihatçıları güçlendirmeden yapmanın yollarını arama noktasına gelmişti. İran’ı tecrit etme amacı, ABD’nin bölge politikasının önemli bir bileşeniydi. ABD ile İran arasındaki nükleer enerji görüşmeleri bu soğuklukta devam ediyordu.
Musul’un düşmesi, ABD dış politika çevrelerinde tartışmaları hızlandırınca yeni bir görüntü şekillenmeye başladı. Muhafazakâr ve “Yeni-Muhafazakâr” akım, Obama’ya “Hepsi senin suçun”, “Bush sana başarıyla süren bir proje bıraktı, sen Irak’ı Maliki’ye (İran’a) bıraktın çıktın” diyor.
Demokratlar, esas olarak Maliki’yi “yeterince kapsayıcı, demokrat vs. olamamakla” suçluyorlar. Bu ikisine dışardan bakanlar, önce şu tespiti yapıyorlar: Başarılı proje mi? Irak fiilen, birbirine düşman üç bölgeye bölündü, savaşan güçler dışardan destek aramaya başladılar (Leverett& Leverett, The National Interest, 15/06). Sünniler, bu arada Zarkavi vb., gruplar Suudilerden beslenmeye, Şiiler İran’a yaslanmaya başladılar. Kürtler de kendi bölgelerini inşa etmeye... “Maliki kimi kucaklayacaktı? Bir Sünni halifeliği kurmaya çalışan teröristleri, bunlara yanaşmaya başlayan Sünni aşiretleri mi? Petrol gelirlerini paylaşmaya yanaşmadığı Kürtleri mi?”
Açık ki Saddam bu patlayıcı karışımı bir arada tutan tencerenin kapağıydı. ABD’nin işgali bir yere kadar bu patlayıcı karışımı yönetti, yönetemediği yerde bastırmaya çalıştı. Sonunda akıttığı kanın, harcadığı hazinenin yüküne dayanamayarak, “eğittiği” ordu ve polis gücünün düzeni koruyacağını varsayarak çekilmeye karar verdi. Halbuki daha o zaman sahada bu eğitimi verenlerden bazıları, aslında çeşitli terörist gruplara katılmaya aday kadroları eğitmekte olduklarının bilincindeymişler (Lewerett&Lewerett).
Şimdi gelinen noktada, İsrailli yorumcular (Jacques Nariah, Jarusalem Centre for Public Affaires) “ABD, İran görüşmeleri bölgesel güvenlik sorunlarını kapsamalıdır” diyor. Cumhuriyetçi bir senatör El Cezire’de, kimi dış politika uzmanları yorumlarında “İran birlikleri karadan girsin, ABD havadan güvenlik sağlasın” diyebiliyorlar (Christian Science Monitor 13/06). Bir başkası, “Önce Esad karştı isyanı bastırmak gerekir” diyebiliyor.
AKP rejimi Büyük Ortadoğu Projesi’nin “kurtlar sofrasına” oturmaya kalkınca, “Masada mı olacağız, mönüde mi” diye sormuştuk. Bu sorunun cevabını henüz alamadık. Ama hesaplar altüst olurken, AKP’nin bölgede çok heveslendiği Sünni İslamın Birliği sofrasında, IŞİD’in, haritasına bakınca, kesinlikle mönüde olduğu görülüyor...
Altüst Oldu ‘Hesaplar’...
Yazarın Son Yazıları
Türkiye, yıllardır siyasal İslam rejiminin “toplumsal ruh mühendisliği” projesinin baskısı altında yaşıyor.
Erkek fantezilerini meşrulaştıran faşist ve siyasal İslamcı ideolojilerle hesaplaşmadan algoritmaları suçlamak kolaydır ama asıl nedeni görünmez kılan politik bir kaçıştır.
Sağın bu birlik refleksi, ideolojik bir tutarlılıktan değil, son derece sade bir siyasal sezgiden besleniyor: İktidarı istiyorsan yan yana duracaksın.
ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi’ne (UGS) bu kez emperyalizm ve faşizm kavramlarının ışığında bakacağım.
Önümüzdeki dönem dünya siyasetini yalnızca büyük güç rekabeti değil; milliyetçi, hatta uygarlıkçı reflekslerle donanmış yeni bir “teknolojik kapitalizm” biçiminin, faşist ideolojinin küresel ölçekte (öncelikle de UGS’nin, “göç dalgaları altında kimliğini kaybeden, gerileyen uygarlık” olarak tanımladığı Avrupa’ya), dayatılması belirleyecek.
Pazartesi günü, 2026’ya girerken ABD ekonomisinin çok kırılgan, küresel ekonominin resesyon eşiğinde olduğunu vurgulamıştım.
Dünya ekonomisi 2026’ya girerken resesyon sınırında (yüzde 3) yavaşlamaya devam ediyor, riskler ve büyüme önündeki engeller artıyor.
“Komisyon”, hukuki, idari ve anayasal bir zeminden yoksun.
The Economist 1990’larda, bir sayısında, finansallaşma başlarken 10 dev ABD bankasını kastederek “evrenin yeni efendileri” diyordu. Bu bankalar dünya borç piyasasında egemendi.
Serbest piyasa Ayetullahları sevindiler...
Küresel Organize Suç Endeksi’nin 2025 raporu açıklandı. Türkiye 2020’de 6.9 puanla 12. sıradayken bugün 7.2 ile 10. sıraya yükselmiş. Küresel ortalama 5.08. Bu endeks, sadece mafyanın gücünü ya da kaçakçılık hatlarını ölçmüyor; devlet içi yapılardan finansal suçlara, yargı bağımsızlığından ekonomiye sızmış suç ağlarına kadar geniş bir tabloyu ortaya koyuyor.
Küresel ısınma üzerine “Taraflar Konferansı” (COP30) Brezilya’da toplandı.
Emperyalist sistemin ABD, AB gibi merkezlerinin Türkiye gibi çevre ülkelerle ilişkilerinde demokrasi arzusu hiçbir zaman gerçek bir faktör olmadı. Bu ilişkiler her zaman çevre ülkenin ekonomik, jeopolitik açıdan kullanılabilir olma ilkesine dayandı.
Trump’ın başkanlığından hoşnut olmayanların oranı yüzde 60’ı geçti.
Busan’daki Trump-Şi zirvesi, yalnızca iki ülke arasındaki ticaret savaşında geçici bir ateşkes anlamına gelmiyor; aynı zamanda, 21. yüzyılın jeopolitik dengelerinde güç, liderlik gibi kavramların yeniden tanımlandığı bir döneme işaret ediyor. Zirvenin sonunda Trump’ın “12 üzerinden 10’luk bir görüşme” sözleri, Şi’nin ise “Dev gemiyi birlikte yönetiyoruz” vurgusu, ”yeni” bir durumu sergiliyor: Amerika artık “tek süper güç” değil.
Gözlerimizi gerçeğe açmamız gerekiyor.
Z kuşağının emeğin, doğanın, LGBTQ ve kadın haklarının değersizleştirilmesine, ırkçılığa gözetim kültürüne ve kurumsal otoriterliğe karşı zaman zaman isyana varan direnişi, yalnızca bir kuşak çatışması değil, sermayenin denetim kapasitesini sınırlayan tarihsel bir başkaldırı biçimi. Tam da bu nedenle, işletmelerinde kontrolü yitirme korkusu, teknoloji sermayesini giderek demokrasi düşmanı, hatta faşizan reflekslere sürüklüyor.
İsyan ve ekonomik kriz dinamikleri tarihte zaman zaman çakışıyor.
Geçtiğimiz günlerde, Altın 4 bin dolara ulaştı, piyasalarda “Borsa aşırı değerli” uyarıları sıklaştı. Jamie Diamond, Warren Buffet gibi ünlü yatırımcılar bu durumun sürdürülemezliğine işaret ediyorlar.
Gazze’de savaşın yerini alan ateşkes, ilk bakışta bir nefes alma imkânı sundu.
Cuma günü, Aurelien adlı bir yazarın “The cult of can’t” başlıklı denemesine rastladım. Perşembe yazımı okumuş olanların ilgisini çekeceğini düşünerek özetliyorum.
Kapitalizmin merkezlerinde (Anglosakson dünyada) uzun yıllar küreselleşmenin, teknolojinin (özellikle internet ve dijitalleşme) bizi “bugünden daha iyi” (özgür, demokratik, bolluk) günlere taşıyacağı anlatıldı.
Bu kez şanslıyım, önümde iki fotoğraf var. Meclis’in açılışında ve akşamında verilen davet sırasında çekilmiş bu fotoğraflar bugünkü siyasi şekillenmenin, “sağını-solunu”, çok güzel betimliyorlar.
Cumhurbaşkanının ABD ziyareti, MAPEG’in, 33 ilin topraklarını doğrudan madencilik yatırımlarına açması emperyalizm tartışmalarını yeniden canlandırdı.
Bilimde bazen bir sıçrama yalnızca araştırmacıların dar çevresini değil, tüm insanlığın geleceğini etkiler. 2020’de DeepMind’in geliştirdiği AlphaFold sistemi böyle bir andı.
“YZ dünyayı yutuyor” artık abartılı bir iddia değil.
Tsiridis’in çalışmasının en güçlü yanı, somut tarihsel analizleri belgelerle destekleyerek sivil toplumun (çoğunlukla göz ardı edilen) rolünü vurgulaması.
Dünya siyaseti ve ekonomisi, daha önce hiç görülmemiş bir biçimde birbirine benzeşen güç dinamikleriyle şekilleniyor.
Gazze’de yaşananlar, uluslararası medyada sıklıkla “çatışma”, giderek soykırım olarak tanımlansa da Prof. Jiang Xueqin olanların arkasında çok daha karanlık bir gerçeğin yattığını söylüyor.
ABD yönetimi, yeni savunma stratejisi raporunu, (QDR2001), 11 Eylül 2001 “olayının” tozu yatışmadan açıklamıştı.
Endonezya, yaygın protesto gösterileriyle sarsılıyor. Başkent Cakarta’dan ülkenin dört bir yanına yayılan bu olaylar, sadece yerel bir huzursuzluk değil, aynı zamanda küresel kapitalizmin çevre ülkelerde yarattığı derin eşitsizliklerin, devlet şiddetinin bir ürünü. İsyanın temelinde rejimin tüm kilit kurumların, parlamento dahil, içini boşaltmasıyla, demokratik haklarını kaybetmekte olduklarını hisseden geniş kitlelerin tepkisi yatıyor.
“Küreselleşme” yerini parçalanmaya bırakıyor, bir yeni-jeopolitik şekilleniyor.
Trump, seçim kampanyası boyunca, diktatör olmak dahil tüm arzularını açıkça söyledi. Dahası, Heritage Foundation “Project 2025” başlığı altında 900 sayfalık bir faşist devlete geçiş programı yayımladı. Bu program, devlet bürokrasisindeki özellikle de güvenlik bürokrasisindeki, “kurumsalcıları” ve “anayasalcıları” tasfiye ederek yerlerine başkana sadık olanları atamayı planlıyordu.
Uluslararası ilişkiler alanında yeni bir kavram var: “Ekonomik zorlama çağı” (Foreign Affaires).
Peki bu “ekonomik patlama” yaşanırken, insanların yerini YZ ajanları alırken, artan çıktıyı karşılayacak, kârların gerçekleşmesine, alınacak yatırım kararlarına kaynak olacak tüketici talebi nereden gelecek?
Rejim, seçimlerde kaybettiği belediyeleri geri alıyor, CHP’li belediyelerin liderliklerini tutukluyor, CHP’de Özgür Özel liderliğini tasfiye etmeye çalışıyor.
Amsterdam’da 1656 yılının temmuz ayında, 23 yaşındaki Baruch Spinoza, Avrupa’nın en güçlü sinagogunun önünde durdu, içeri girmeden derin bir nefes aldı.
ABD ekonomisinde, stagflasyon, “konut krizi” kaygıları artarken Trump, Ulusal Muhafızları, Washington DC sokaklarında konuşlandırdı...
Yaygın sıradanlaşmış, “veri hırsızlığı, sahte diplomalar (hoş değilmiş ama kazanç helalmiş), sahte imzalar” eşit (etnik) vatandaşlık topolojisi gibi çürüme semptomları üzerinde düşünürken aklıma eski bir yazımın başlığı geldi: “Hazırlıksız yakalanacağız”.
Köyler, dinler, mezhepler, tarikatlar, kabileler, fraksiyonlar...