Süleyman Doğru’yla Mario Vargas Llosa üzerine...
Mario Vargas Llosa’nın (28 Mart 1936 / 13 Nisan 2025) ölüm haberini aldığımda, Zor Zamanlar romanını okurken tuttuğum notlara dönmüştüm. Çok önceleri okuduğum Gabo ile Mario kitabına dair notlarım da elimin altındaydı. Bu kitapları İspanyolca’dan dilimize kazandıran Süleyman Doğru’yu andım. Onu da, Llosa gibi, bir yakınım olarak görüyordum. Evet, edebi yakınlıklar öyledir, iyi zamanlarda kötü zamanlarda birbirinize açılır gidersiniz de. Merak ettim Süleyman Doğru’nun kitaplarını severek çevirdiği Llosa için neler söyleyebileceğini. Oturup onunla bu söyleşiyi yapmaya karar verdim.
Şükrü Hanioğlu ile ‘Atatürk: Entelektüel Biyografi’ üzerine… Feridun Andaç’ın söyleşisi...
M. Şükrü Hanioğlu’nun tarihsel dönemlere, kişileri yönelik her çalışmasını bir “cesaret” örneği olarak nitelendirmek isterim. Öyle ki, seçtiği her konu tartışma yaratacak denli “ağır”! Bir bilim insanı olarak yaklaşımı, yorumu, hatta eleştirel bakışı bu açıdan önemli.
Kim, ne der yerine verilerden hareket etmesi sanırım o “cesaret çizgisi”ni aştırıyor. Tarık Zafer Tunaya’nın deyimiyle, o, her şeyden önce “konusuna aşık bir araştırmacı”. Bugün bize sunduğu bin sayfalık Atatürk Entelektüel Biyografi (Bağlam Yayıncılık) çalışması da bunun bir örneği. Okumaya yöneldiğinizde sizi içinde tutan, başka başka düşüncelere taşıyan, zenginleştiren bir biyografi. “Kurucu lider” olan Mustafa Kemal Atatürk’ü hiç böyle tanımadığınızı hemence görebileceğiniz kitabın kuruluşunu Hanioğlu’nun kendisinden dinlemek istedim.
Adnan Binyazar: Bir Aydınlanma neferi! Feridun Andaç’ın söyleşisi...
Yazınsal uğraşının odağında yer alan denemeciliği Adnan Binyazar’ın yazı ömrünün nişanesidir. Onun 1960’larda başlayan yazınsal uğraşının çıkış noktasında insanın varoluşsal gerçekliği, yaratıcılığı ön plandadır. Söz’ün gücünü orada görür / anlar / anlatır. Kavrayıcı bilinç, aydınlanma düşüncesi onun bu bakışının belirleyicisi olmuştur hep. Onun anlatıcılığının aydınlanmacı yanı düşünsel derinlik içerir. Özgünlüğü düşüncede, duyarlılıkta arar. Dilin vicdanını öne çıkararak konuşur. Roman ve öyküleri, denemeleri, incelemeleriyle bir edebiyat adasıdır Adnan Binyazar. Masalını Yitiren Dev’den Atatürk Anlatıyor’a; Dede Korkut’tan Sözün Onuru’na kadarki bu birikim Binyazar’ın edebi yolculuğunun seyrine çıkarır bizleri.
Anlatarak gösteren anlatıcı: Necib Mahfuz! Feridun Andaç'ın yazısı...
Necib Mahfuz’un romancılığında, onun yaşama biçiminin ve içinde bulunduğu zamanın / ortamın etkileri yoğundur. Gelenekle modernlik arasındaki Mısır’ı anlatır. Derinlikli bir bakış, sezgili bir yolculuğun ürünüdür onun anlatıları. Ülkesinin hem bugününe, hem dününe ilişkin anlattıklarıyla sizde bambaşka bir ufuk açar hem de usta bir hikâye anlatıcısı olmasıyla okur / yazar dağarcığınızı zenginleştirir. Yerelliğe tutunan, kendini orada sığlayan bir yazar değildir Mahfuz, yerlidir ama o ölçüde de evrenseldir.
Yazarken algınız kadarsınız! Ferudan Andaç'ın yazısı...
Bir konuşmamızda Kemal Demirel, “Algınız açık değilse yazamazsınız, onun için bir yazara felsefe gerek, bilim gerek, sinema, müzik, resim ve tiyatro gerek,” demişti. Dış dünyaya bakma, insanı anlama yolculuğuydu bu aslında. Okuduğunuz gibi kalmıyor, başkalaşıyordunuz her düşünce, duyguda. Okurken gitmek, dönüşmek diyordum ben buna. Algı yolculuğu böyle bir şeydir. Bazen sese ses, söze söz olursunuz. Sizi alır başkalaşım yolculuklarına çıkarır. Dinlediğiniz iç sesiniz değildir yalnızca, size eşlik eden duygularla var ettiğiniz düşüncelerinizdir de. Öyle ki; yazmak kıvılcımını var eden tınıyı da işte orada yakalarsınız.
Bir anlatıcının patikasına yansıyanlar! Feridun Andaç’ın yazısı…
Anılarda yaşamak.. anılarla yaşamak… Sıklıkla dillendirdiğimizdir. Anıları yazmak için bir kıstas var mıdır? Yani yaş / dönem / kimlik gibi sıralamalar yaparak yazılmaya değerlik gibi bir öncelik olur mu? Anılardansa, yaşama dair şeyler yazmak daha da önceliklidir bence. Oktay Akbal, “anı değil, yaşam” demişti. Yazılmamış hayat, yaşanmamış hayattır derim ben de! Hayata, hayatınıza dair yazmak “anı yazmak” değildir.
Göğün / uçuşun anlatıcısı; Antoine de Saint-Exupéry! Feridun Andaç’ın yazısı...
Antoine de Saint-Exupéry’nin bendeki ilk imgesi, özgürlük düşüncesini kanatlandırması, duygu dokunuşlarını hiç eksiltmemesiydi. İnsanların Dünyası’nı okumuştum ilkten. Ezberimdedir o ilk satırlar: “Dünya bütün kitapların öğrettiğinin çok daha fazlasını öğretir bize. Çünkü direnir bize karşı. İnsan engelle boy ölçüştüğü zaman tanır kendini.” (*)
Pilotluk deneyimlerinin yansıdığı ilk anlatıları Güney Postası (1929), Gece Uçuşu (1931) savaş çağının da yansılarını içerir. Savaş pilotu olarak tanıklığı “belgesel” niteliktedir. İspanya İç Savaşı, İkinci Dünya Savaşı barışı ve insanı savunan tutumunu yapıtlarına taşımasına da neden olur. İnsanın yaşama direncini, savunma gücünü, hümanist bakışını anlatılarına yansıtmıştır.
Arayışın, sorgunun, gidişin / uçuşun her bir hali anısal da diyebileceğimiz anlatılarının odağında yer alır. Saint-Exupéry’nin özellikle bir “savaş pilotu” olarak edindiği deneyim, uçuş gözlemleri / duyguları yer yer mektuplarına da yansır.
Şimdi Türkçede ilk kez okuyacağımız 1930-1944 yılları arasındaki aşkı / eşi Consuelo’ya yazdığı Mektuplar da (***) onun duygu dünyasının sırlı yanlarını olduğu kadar, yapıtlarını kurduğu / oluşturduğu yaşama seyrinin adeta güncesini taşır bize.
İnişli çıkışlıdır onların ilişkisi. Bir “savaş pilotu”nun hayatında olmak zordur üstelik. Yaşanan “savaş çağı”nda hep bir yerlerdedir Saint-Exupéry. İnişli çıkışlı bir ilişki, fırtınalı bir yaşam, sevgi arayışındaki bir anlatıcı-kahraman’ın buruk öyküsü olarak da okuyabilirsiniz karşılıklı yazılan mektupları.
Bir zaman bakışı yakalayabilmek
Yazmaya yüzümü döndüğümde, bambaşka bir insan doğası / yüzüyle karşılaştım demeliyim. Bu da beni, bir “at terbiyecisi” kıldı. Bu kez denetlenebilir “arzu”nun ardından gitmeye yöneldim. Elbette başka bir keşifti bu da. Örten, göstermeyen, yaşatıp tüketen… Yeniden yeniden başlatan. Hayatın denge arayışını bulma yolculuğuydu aslında bu da. Yani bir tür “arayış”tı…
Bir yol haritanız olmalı! Feridun Andaç'ın yazısı...
Yazar okuma, okuma uğraşında apayrı nitelik taşır. Bir yazarı / yapıtını okumaya başladığınızda, bu yöneliminizi de amaçlandırdığınızı görürsünüz. Yazmanın başka yazarlardan öğrenilebilecek bir uğraş olduğunu söylemek size çok yeterli gelmeyebilir. Ama okudukça, yazarların keşfine çıktıkça bunun gerçekliğini eminim ki göreceksiniz.
Ünlü edebiyat dergisi The Paris Review’de yıllarca sürdürülen yazar söyleşilerinden yapılan derlemenin yer aldığı, daha önce iki cilt olarak yayımlanan iki kitabın tümleyicisi olan Yazarın Yol Haritası (Çeviren: Perihan Sevde Nacak, Timaş Yayınları) kitabı, yazı yolculuğunuzda kendinize bakışınızı görmenize kapı aralıyor. Okurken / yazarken kendi yol haritanızı çizmenize olanak sağlıyor.
Demir Özlü: Vedası olmayan bir anlatıcı! Feridun Andaç’ın yazısı…
Demir Özlü’nün ardı ardına yazılan iki anlatısında (Önünde Boş Bir Uzam, YKY, Feriköy, Mart 2012 / Senin Hayatın, YKY, Stockholm, 2014) karşımıza çıkan anlatıcı ses (ikinci kişi-anlatıcı), onun yansıttığı gerçeklik durumlarının dışavurumunda metne derin bir anlam katar. Bir yanıyla anlatıcının ötedeki yaşamsal öyküsüne tanıklık ederken, diğer yanıyla da imgesel yolculuklarının seyrine çıkarız.
Özlü’nün, yer yer, kuşağının “kurucu anlatıcı” olma özelliğini taşıyan anlatıcı sesinin çoğullaşarak yazın yaşamı boyunca sürmesini adanmışlık olarak görmek gerekir. Evet, yazıya adanmış bir ömür…
İklim değişikliği ve edebiyat... Feridun Andaç’ın yazısı...
İklim değişikliği günümüzde aktivizmi kaçınılmaz kılıyor. Susup oturarak, ah vah ederek sorunun önüne geçilemez. İşte burada uyarıcı, gösterici, ivdirici güç bence edebiyattır. Edebiyatçının artık alana inmesi gerekiyor. Edebiyatın, özellikle kurmacanın iklim değişikliğine bunca zamandır uzak duruşu sorgulamalıdır. Kaleminin ucu Amasralı madencilerin öyküsüne uzanamayan bir edebiyatçı çevreye ilişkin ne yazabilir?
Nikos Kazancakis: Girit’e sevdalı bakış! Feridun Andaç'ın yazısı...
Kazancakis’in anlatısında her daim bir Girit bakışı vardır. Bir tutku insanı olan Kazancakis, ikilemlerini yapıtlarına yansıtmış; sonsuzluk düşüncesinin simgesi olan “Girit Hayali”ni leitmotiv olarak sürekli olarak işlemiştir. Bu, onun yazı coğrafyasının özüdür adeta.
1885’te Girit Adası’nın Heraklion kentinde doğan, çocukluğu Osmanlı yönetimindeki bu adada geçen Kazancakis, hayatla ölüm arasında geçen çocukluğunun yurduna sıkı sıkıya bağlıdır.
Bunu anılarında şöyle dile getirir:
“Zamanla büyüyüp aklım geliştikçe mücadele de genişliyor, Girit ve Yunanistan’dan taşıyor, bütün zaman ve mekana yayılıyor, insanlık tarihine ulaşıyordu; artık mücadele eden Girit’le Türkiye değil, İyi’yle Kötü, Işıkla Karanlık, Tanrı’yla Şeytan’dı. Hep aynı, ebedi mücadele. Böylece de, bir rastlantı sonucu olarak Girit’in mücadele ettiği kritik bir devirde Giritli olarak doğmakla, daha çocukluğumda, dünyada hayattan daha değerli, mutluluktan daha tatlı bir şeyin, özgürlüğün var olduğunu hissediyordum.”* (s. 97)
Yeni bir romana gitmek! Feridun Andaç’ın yazısı...
Başlayan ve süren bir yolculuk istiyorsanız yazmalısınız. Ama önce, seçilmiş bir okumaya vermelisiniz kendinizi, ayıran ve ayrıksı olan da budur; evet “başlangıç” asla ertelenmemelidir! Bilirsiniz ki, okurken yaşadığınız duygu salınımı düşüncelerinizi kıvıldatır sürekli. İşte orada geldiğiniz kıyı, okudukça yazmak isteği, arzusudur.
Ilja Leonard Pfeijffer, Grand Hotel Europe (*) romanıyla okuruna bir bakıma bu kapıları açar; sizi hatırladığınız her şeyle geçmişinize taşır ve yaşanan / unutulan zamanları yeniden kurdurur.
Çağını sorgulayan aydın bakışı: Adonis… Feridun Andaç’ın yazısı…
Adonis, dünyayı anlama, evrenin varoluşsal gerçekliğini kavrama derdinde olan bir şair, entelektüel bir kimlik… Soran, sorgulayan, aydınlatan bakışı yalnızca şiirine yansımaz; düşünce yazıları, edebi denemeleri de onun yazınsal uğraşının ayrılmaz parçasıdır.
Onun “mesele” edindiği şeylerin başlama noktası doğup büyüdüğü toprakların gerçekliğidir bir bakıma. Üç dinin çıktığı coğrafya, göksel ve yersel “tek”in her yönüyle egemen olduğunu Ortadoğu gerçeğine; dini hakikatin penceresinden bakar. Daha da ötesi; şiir ve şiirsel hakikatle, din ve dini hakikatin aralarındaki çelişme, çatışmadan da söz eder yazınsal denemelerinin yer aldığı Kitap, Hitap, Hakikat (*) adlı kitabında.
Tarihi karşılamak... Feridun Andaç’ın yazısı...
Eğer tarihi güncelleştirmekten söz edeceksek doğru tarih okumalarına yönelmeliyiz. Yoksa hamasetle, övgüyle karşılanan her geçmiş “mazi” olmanın ötesinde bir anlam taşıyamaz.
Bugün artık eleştirel bakmak, öz kaynaklara yönelerek yeni bir tarih anlayışı geliştirmek zorundayız. Turan Akıncı, bunu, bence cesurca yapıyor.
Bulan, buluşturan bakışın ötesinde yalınlıkla anlatımı, kaynaklara yönlendirmesi bu anlayışının bir nişanesi olarak çıkıyor karşımıza. Her yazdığına okurunun güven duyması da bundan.
Kendi payıma yeni bir tarihçiyi keşfetmiş olmamı zenginlik olarak görüyorum. Turan Akıncı’yı okuyun hiç de yanılmayacaksınız.
Her şeyi öğüten zaman... Feridun Andaç'ın yazısı...
Philippe Sollers, bize bu zamanın ruhunu anlatır, bu çağın değişiminin romanının nasıl yazılması gerektiğini de gösterir.
Cumhuriyet’i incitmek! Feridun Andaç’ın yazısı...
Edebiyat zamana ayna tutar çoğunlukla. Gören, gösteren, düşündüren sorgulayandır da. Gizli ve örtük olanı değil, açık saydamı seçmeli çağdaş insanlık bilinci / bakışı. Yurt olma bilinci, yurttaşlık bilincini var eder. Hakikat olandır bu. Eğer “illüzyon” diyorsanız; yalanlara inanmaya, ötekileşmeye de hazır olmalısınız.
‘Ben bir başkasıdır’
Önce okuyarak, sonra yazarak farkına varırız çevremizdeki her şeyin. Buna, anlatıcının ses arayışı da diyebiliriz. Kendi deneyimimizdir hangi konuyu seçip anlatacağımızı belirleyen. Kuşkusuz başka yazarların, dahası kendi yazarlarımızın esinleyiciliğini yadsıyamayız. Gene de, ben, onlardan bir anlatı formu/biçimi aldığımızı düşünürüm.
Saramago’nun ufku! Feridun Andaç’ın yazısı...
José Saramago okumalarımda karşıma çıkan hep şu olmuştur: Bir yazarın / romancının hayata durup baktığı yerin neden önemli olduğu gerçeği... Zaman zaman karşımıza çıkan eklentili söylemlerde çağına bakışını, çağının sorunlarını sorgulayışını gözleriz. Özellikle Körlük ve Görmek anlatısının bu yanını öne çıkarır.
Yaşanan zamanların kırılgan yanlarına ütopik bakışı ise her zaman eleştirellik içerir. Onu ruhu olan bir anlatıcı kılan da budur, bence! Yitik Adanın Öyküsü (1986) kirlenen / yozlaşan bir dünyadaki her türlü ayrışmaya / ayrımcılığa “ada” ve “kopuş” metaforuyla bakışın öyküsüdür.
Saramago, gerçeğin ve olasılıkların romancısıdır. Okuruna gösterdikleri kadar düşündürdükleriyle de yeni ufuklar açar. Aslında kendi ufkunu zorlayan her düşüncenin izinde bir anlatıcıdır O. Onun, dünyanın durumunu görme / anlama hali romancılığının nirengi noktasını oluşturur.
Roman yazmak bir oyun! Feridun Andaç’ın yazısı...
Roman yazmak, kurallarını kendin koyduğun, biçimleyip oynadığın bir söz oyunudur. Yazdıkça gelişen, dönüşen, biçimden biçime geçen bir oyun! Javier Cercas ise, kendi roman yoluna dair şunları söylüyordu: “Bir roman yazmak, yazdıkça bazı kurallar icat etmek zorunda olduğun bir oyun yaratmak gibi bir şeydir. Sonra bir ân gelir, takip eden her şey için o kurallara sadık olmak gerekir, öyle ki bizzat senin icat ettiğin o kurallar bazen seni başlangıçta istemediğin ya da öngörmediğin bir şeyler yapmak zorunda bırakır.”
Slavoj Zizek... Feridun Andaç’ın yazısı...
Yazan insan düşünen insandır. Kendisine düşünce durakları da yaratandır. Yazının ucuyla hayata bakabilmek için işte o düşünen insana da eylem gerekir. Slavoj Zizek okumalarında sürekli karşımıza çıkan da budur işte: Düşünen eylem insanı.
Yazıya, yaşama adanmış bir ömür! Feridun Andaç’ın yazısı...
Görünümler dünyası ile kavramlar dünyasını buluşturan, bunlar üzerine bizi düşündüren edebiyat / sanat eleştirmeni, bir şair, romancı, denemeci John Berger’ın dünyasına bir adın daha yaklaşabilmek, onun sanata adanmış ömrünün öyküsünü okumak için bir başlama kitabıdır Joshua Sperling’in John Berger: Zamanımızın Bir Yazarı* adını verdiği çalışması.
Berger’ın eleştirel / yaratıcı bir yazar olma öyküsü, yazma eyleminin geçtiği alanlar bu kitabın asal konusudur. Onun geliştirdiği sanat eleştirisi ise her yönüyle irdelenmeye, bilinip anlaşılmaya değerdir.
Her durumda / konumda bir hikâye anlatıcısıdır Berger. Gören, gözleyen, kayda geçen, taşıyan bir bakışın anlatıcısıdır. Yüzyılın / çağının vicdan sorgusunu yapabilen bir anlatıcı… Onun deneyimlediği hayat gören / gözleyen / sorgulayandır. Giden göz, o irdeleten bakış üzerine kurar anlatılarını.
Göğün / uçuşun anlatıcısı; Antoine de Saint-Exupéry! Feridun Andaç’ın yazısı...
Antoine de Saint-Exupéry’nin bendeki ilk imgesi, özgürlük düşüncesini kanatlandırması, duygu dokunuşlarını hiç eksiltmemesiydi. İnsanların Dünyası’nı okumuştum ilkten. Ezberimdedir o ilk satırlar: “Dünya bütün kitapların öğrettiğinin çok daha fazlasını öğretir bize. Çünkü direnir bize karşı. İnsan engelle boy ölçüştüğü zaman tanır kendini.” (*)
Pilotluk deneyimlerinin yansıdığı ilk anlatıları Güney Postası (1929), Gece Uçuşu (1931) savaş çağının da yansılarını içerir. Savaş pilotu olarak tanıklığı “belgesel” niteliktedir. İspanya İç Savaşı, İkinci Dünya Savaşı barışı ve insanı savunan tutumunu yapıtlarına taşımasına da neden olur. İnsanın yaşama direncini, savunma gücünü, hümanist bakışını anlatılarına yansıtmıştır.
Arayışın, sorgunun, gidişin / uçuşun her bir hali anısal da diyebileceğimiz anlatılarının odağında yer alır. Saint-Exupéry’nin özellikle bir “savaş pilotu” olarak edindiği deneyim, uçuş gözlemleri / duyguları yer yer mektuplarına da yansır.
Şimdi Türkçede ilk kez okuyacağımız 1930-1944 yılları arasındaki aşkı / eşi Consuelo’ya yazdığı Mektuplar da (***) onun duygu dünyasının sırlı yanlarını olduğu kadar, yapıtlarını kurduğu / oluşturduğu yaşama seyrinin adeta güncesini taşır bize.
İnişli çıkışlıdır onların ilişkisi. Bir “savaş pilotu”nun hayatında olmak zordur üstelik. Yaşanan “savaş çağı”nda hep bir yerlerdedir Saint-Exupéry. İnişli çıkışlı bir ilişki, fırtınalı bir yaşam, sevgi arayışındaki bir anlatıcı-kahraman’ın buruk öyküsü olarak da okuyabilirsiniz karşılıklı yazılan mektupları.
Okumak, yazmak üzerine aforizmalar (VII) Feridun Andaç’ın yazısı...
Sınırları yıkarak yazmak... Bu, kural tanımamak değil; tam tersi tüm bunları bilip kendi üslubunu / tarzını yaratmaktır. Yinelemekten kaçınmaktır. Yalnızca hikâye anlatarak / okuyarak hikâyeci olunmaz.
Sontag’ın şu söyledikleri üzerine iki kez düşünmeli derim: “Ben hep yazılması gerekli olana dair düşünüyorum. Hikâye anlatmakla yetinemem; çünkü sadece bununla sınırlı kalmak istemeyecek kadar çok biliyorum. Binlerce sayfayı bir öğleden sonra betimlemeye harcayabilirsin deneleri yazıp neleri atacaksın? Ne safız, ne de geçmişte yazarları sınırlayan âdetlere takılı kalmak durumundayız.”
Okurken karşıma çıkanlar… Feridun Andaç’ın yazısı...
Oldurulamayan bir hayatın günbegün tanığı olmak…Karşınıza çıkan bir anlatıda bunu izlerini sürerken içimizdeki solgun şeylerin öyküleriyle de karşılaşırız bazen.
Şairin bugünden düne ömrü! Feridun Andaç’ın yazısı...
Bir ândan bir zamana dönüşün şiirini yazıyor Turgay Fişekçi. Herhangi bir şiirini okumaya başladığınızda, o anınıza dolan ışıltıyı hissederek zamansal yolculuklara çıkıyorsunuz. Saydamlık desem değil, yalınlık hafif kalır! Evet hayatın ve nefes almanın ritmi var orada. Bizi yaşama sarmalında her bir şeye taşıyan nefes gibidir şiirlerinden yansıyan tını.
Ritim, dedim. Bakarak, görerek, hissederek kurulan bir dünyanın ezgisini hissettiren yani. Düşünceyi ıskalamadan duyguyu taşıyamazsınız böylesi şiire. Hele hele yaşamayan zamanın şiirini bu durulukta yazmanız mümkün değil.
Şairin kendine tanıklığı... Feridun Andaç’ın yazısı...
İçerden dışarıya bakmak… Cezaevi Güncesi’ni* okuyorum Ataol Behramoğlu’nun. Nisan-Aralık 1982, Kartal Maltepe Tutukevi onun yaşamında bir dönüm noktası. Barış Derneği Davası’ndan yargılanma sürecinde tutsaklığını nasıl yaşadığına dair bir günce.
Behramoğlu’nun güncesini okur katında ilgiye değer kılan da şair / yazar kimliğinin yanı sıra yaşanan dönemin tanıklığını getirmesidir.
Onun, Puşkin’e dair kurduğu şu cümleyi, bugün kendisi için de yinelemek / hatırlatmak isterim: “Puşkin’in kendine ve yaratıcığına ilişkin öngörüsü tümüyle doğrulandı.” Şairin 80. yaşında okuruna armağan ettiği 40. yaşının hapishane günceleri, onun vardığı yerdeki duruşuyla bu düşünceyi de doğruluyor, bence.
John Cheever...
John Cheever… Sıradüzen içinde yazdığı düşünülse de, yaşantısına dönük paralel okumalar yaptığınızda; o inişli çıkışlı, dağınık, hatta çapraz ilişkilerini sürüklenişinde kendini sağaltmak, kendine pencereler açmak, ruhunu iyileştirmek, dünyanın hallerine iyicil yanlarıyla bakmak için yazdığını hissedersiniz. Bu, bir bakıma, öyledir de!
Parçalıdır Cheever anlatıları. Doğaçlamadır da diyebiliriz. Orada kendi sesini bulmaya, yaratmaya çalışırken; hayatındaki akışın / ritmin nasıl biçimden biçime dönüşerek bir anlatı evreni oluşturduğunu da gözleriz.
Cheever’ın bu yanı Çehov’u andırır. Raymond Carver’a yolunuz düşürse, Sait Faik Abasıyanık’ın öykülerine göz atarsanız Cheever’dan izler bulursunuz.
F. Scott Fitzgerald! Feridun Andaç’ın yazısı...
Bir yanıyla zamanın ruhunu anlatırken Fitzgerald; kendi deneyimlerinin, yaşama seyrinin taşıdığı gerçeklik duygusunu metinlerinin dokusuna sindirir. İşte orada Fitzgerald’ın yaşam - yazı eksenindeki izleksel coğrafyasında karşımıza çıkan yaşama arzusu kayıp bir bakışın da simgesidir. Hayal kırıklıklarıyla örülen yaşamın izleri her bir anlatısına siner. Sıra dışı olanı gösterirken, yenilgilerin ve ‘çağ’ın gerçekliklerini anlatır.