Suriye ve Irak’ta özelikle geçen hafta yaşananlarla birlikte hızlanan gelişmeler karşımızda, bir süredir bir “yeni realitenin” şekillenmekte olduğunu düşündürüyor. Bu “yeni realite” salt bu iki ülkeyle sınırlı kalmayacak, yakın gelecekte tüm Müslüman dünyasını, hatta ABD ve Avrupa’yı şiddetle etkileyecek, (Türkiye’yi unutmayacağına emin olabilirsiniz.) potansiyellere sahip.
Yakın zamana kadar genel algı, bir anlamda şimdi “eskimekte” olan realite, kabaca, “Irak’ın parçalanma dinamikleri taşımakla birlikte, Şiiler ve ulusalcı Sünni kesimler Irak’ın parçalanmasını istemiyorlar; Kürtler, kendi bölgelerinde, göreli bir istikrar içinde bağımsızlaşmaya devam ediyorlar; ABD, Irak’ın bölünmesini, enerji kaynaklarının kontrolünün parçalanmasını istemiyor” olarak tanımlanabilirdi.
Şimdi, Council on Foreign Relations (S. A. Cook), Foreign Policy (M. Ottoway) gibi partiler üstü düşünce kuruluşlarında ve dergilerde, yeniden öne çıkan yenimuhafazakâr çevrede (Goldman/ Spengler,The Asia Times) kimi yorumlar, ABD’nin Irak’ın birliğini koruma arzusunun hızla zayıflamakta olduğunu düşündürüyor. Buna karşılık, geçmişte, Irak’ı kanatan, Sünni-Şii çatışmasının etkilerinden kendini koruyarak göreli bir istikrar içinde gelişmekte olan Kürt bölgesinin, bu çatışma kapısına geldiğinde, yardım edilmediği takdirde, çok zorlanacağını savunan yorumlara rastlanıyor. (Cook, CFR)
İkincisi, Suriye’de rejim beklenenden çok daha dayanıklı çıktı. İç savaş uzadıkça muhalefetin, Batı’nın desteklediği “ılımlı kanadı” yok oldu, geride uluslararası cihat hareketinden Suriye’ye gelen yabancı uyruklu savaşçılar, IŞİD, El Nusra gibi El Kaide türevi yapılar kaldı.
Irak ve Suriye iç savaşlarından doğarak gelişen IŞİD’in Irak ordusundan ele geçirdiği Amerikan silahlarının, yaklaşık yarım milyar doların da katkısıyla, hızla büyümeye başlaması Musul ve Tikrit’i, petrol rafinerilerini ele geçirmesiyle yukarda değindiğim “eski realite” değişmeye başladı.
IŞİD, Sünni kabilelerin de desteğini alarak Suriye’den, Bağdat’ın 40 km. yakınına kadar uzanan bir bölgede “yarı-devlet” sayılabilecek bir egemenlik alanı oluşturmaya başladıktan sonra geçen hafta, gereken koşulları yerine getirdiğini iddia ederek liderini İbrahim Halife ilan etti. Aynı günlerde, yakın zamana kadar IŞİD ile savaşmakta olan El Nusra IŞİD’e katıldığını açıkladı. Salı günü The Times, Kuzey Afrika ve Mağrip El Kaidesi (KAMEK) adlı örgütün, Yemen’de etkin El Kaide (YEK) grubunun, İbrahim Halife’yi selamladıklarını, Boko Haram’ın IŞİD bayrağı göstermeye başladığını aktarıyordu. Times KAMEK’in Avrupa’da en yaygın örgütlenme ağına sahip olan YEK’in uluslararası eylemler düzenleyebilen yapılar olduğunu da anımsatıyordu.
Başlangıçta IŞİD’in Irak, Suriye, kısmen Lübnan’la sınırlı, en kötü olasılıkta Ürdün ve Türkiye’de istikrarsızlık yaratabilecek bir “sorun” olduğu düşünülebilirdi. Ancak, IŞİD’in halifelik ilan etmesinden sonra ortaya çok farklı bir şekillenme çıkmaya başlıyor.
IŞİD’in halifelik ilanı, tüm Müslümanları halifeye biat etmeye çağırıyor, etmeyenleri halifenin iradesine karşı çıkan dönekler (mürtet) ilan ediyor. Böylece IŞİD Müslüman dünyasının iktidar ilişkilerine karşı savaş ilan etmiş oluyor. IŞİD’in uluslararası insan kaynakları, KAMEK ve YEK’nin katılımı, IŞİD’in savaş alanının Ortadoğu’nun ve Müslüman dünyasının çok dışına taşacağını gösteriyor.
IŞİD’in halifelik ilan etmesi birçok yorumcuya göre, uluslararası cihat hareketinde yeni bir sayfa açıyor. Cihat hareketinin, “halife”nin çağrısına uluslararası planda olumlu cevap vermeye başlaması, gerek Körfez emirliklerinin ve Suudi krallığının, gerekse Türkiye’deki İslamcı hareketin, AKP liderliğinin hesaplarının nasıl altüst olduğunu, nasıl bir gerçekle karşılaşacaklarını (IŞİD’in bunları adeta mürtet olarak gördüğünü düşününce...) görmek çok zor olmasa gerek. Diğer taraftan, büyük olasılıkla IŞİD çok yönlü bir saldırı altına girmeyi göze alarak bir hesap hatası yapmış kendi sonunu hazırlamış da olabilir. O durumda “bir halifelik kuruldu, Batı ve bölgedeki uşakları onu yıktı” algısının nerede, nasıl sonuçlar yaratabileceğini bilmek çok zor.
Ortadoğu’da Yeni Realite
Yazarın Son Yazıları
Türkiye, yıllardır siyasal İslam rejiminin “toplumsal ruh mühendisliği” projesinin baskısı altında yaşıyor.
Erkek fantezilerini meşrulaştıran faşist ve siyasal İslamcı ideolojilerle hesaplaşmadan algoritmaları suçlamak kolaydır ama asıl nedeni görünmez kılan politik bir kaçıştır.
Sağın bu birlik refleksi, ideolojik bir tutarlılıktan değil, son derece sade bir siyasal sezgiden besleniyor: İktidarı istiyorsan yan yana duracaksın.
ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi’ne (UGS) bu kez emperyalizm ve faşizm kavramlarının ışığında bakacağım.
Önümüzdeki dönem dünya siyasetini yalnızca büyük güç rekabeti değil; milliyetçi, hatta uygarlıkçı reflekslerle donanmış yeni bir “teknolojik kapitalizm” biçiminin, faşist ideolojinin küresel ölçekte (öncelikle de UGS’nin, “göç dalgaları altında kimliğini kaybeden, gerileyen uygarlık” olarak tanımladığı Avrupa’ya), dayatılması belirleyecek.
Pazartesi günü, 2026’ya girerken ABD ekonomisinin çok kırılgan, küresel ekonominin resesyon eşiğinde olduğunu vurgulamıştım.
Dünya ekonomisi 2026’ya girerken resesyon sınırında (yüzde 3) yavaşlamaya devam ediyor, riskler ve büyüme önündeki engeller artıyor.
“Komisyon”, hukuki, idari ve anayasal bir zeminden yoksun.
The Economist 1990’larda, bir sayısında, finansallaşma başlarken 10 dev ABD bankasını kastederek “evrenin yeni efendileri” diyordu. Bu bankalar dünya borç piyasasında egemendi.
Serbest piyasa Ayetullahları sevindiler...
Küresel Organize Suç Endeksi’nin 2025 raporu açıklandı. Türkiye 2020’de 6.9 puanla 12. sıradayken bugün 7.2 ile 10. sıraya yükselmiş. Küresel ortalama 5.08. Bu endeks, sadece mafyanın gücünü ya da kaçakçılık hatlarını ölçmüyor; devlet içi yapılardan finansal suçlara, yargı bağımsızlığından ekonomiye sızmış suç ağlarına kadar geniş bir tabloyu ortaya koyuyor.
Küresel ısınma üzerine “Taraflar Konferansı” (COP30) Brezilya’da toplandı.
Emperyalist sistemin ABD, AB gibi merkezlerinin Türkiye gibi çevre ülkelerle ilişkilerinde demokrasi arzusu hiçbir zaman gerçek bir faktör olmadı. Bu ilişkiler her zaman çevre ülkenin ekonomik, jeopolitik açıdan kullanılabilir olma ilkesine dayandı.
Trump’ın başkanlığından hoşnut olmayanların oranı yüzde 60’ı geçti.
Busan’daki Trump-Şi zirvesi, yalnızca iki ülke arasındaki ticaret savaşında geçici bir ateşkes anlamına gelmiyor; aynı zamanda, 21. yüzyılın jeopolitik dengelerinde güç, liderlik gibi kavramların yeniden tanımlandığı bir döneme işaret ediyor. Zirvenin sonunda Trump’ın “12 üzerinden 10’luk bir görüşme” sözleri, Şi’nin ise “Dev gemiyi birlikte yönetiyoruz” vurgusu, ”yeni” bir durumu sergiliyor: Amerika artık “tek süper güç” değil.
Gözlerimizi gerçeğe açmamız gerekiyor.
Z kuşağının emeğin, doğanın, LGBTQ ve kadın haklarının değersizleştirilmesine, ırkçılığa gözetim kültürüne ve kurumsal otoriterliğe karşı zaman zaman isyana varan direnişi, yalnızca bir kuşak çatışması değil, sermayenin denetim kapasitesini sınırlayan tarihsel bir başkaldırı biçimi. Tam da bu nedenle, işletmelerinde kontrolü yitirme korkusu, teknoloji sermayesini giderek demokrasi düşmanı, hatta faşizan reflekslere sürüklüyor.
İsyan ve ekonomik kriz dinamikleri tarihte zaman zaman çakışıyor.
Geçtiğimiz günlerde, Altın 4 bin dolara ulaştı, piyasalarda “Borsa aşırı değerli” uyarıları sıklaştı. Jamie Diamond, Warren Buffet gibi ünlü yatırımcılar bu durumun sürdürülemezliğine işaret ediyorlar.
Gazze’de savaşın yerini alan ateşkes, ilk bakışta bir nefes alma imkânı sundu.
Cuma günü, Aurelien adlı bir yazarın “The cult of can’t” başlıklı denemesine rastladım. Perşembe yazımı okumuş olanların ilgisini çekeceğini düşünerek özetliyorum.
Kapitalizmin merkezlerinde (Anglosakson dünyada) uzun yıllar küreselleşmenin, teknolojinin (özellikle internet ve dijitalleşme) bizi “bugünden daha iyi” (özgür, demokratik, bolluk) günlere taşıyacağı anlatıldı.
Bu kez şanslıyım, önümde iki fotoğraf var. Meclis’in açılışında ve akşamında verilen davet sırasında çekilmiş bu fotoğraflar bugünkü siyasi şekillenmenin, “sağını-solunu”, çok güzel betimliyorlar.
Cumhurbaşkanının ABD ziyareti, MAPEG’in, 33 ilin topraklarını doğrudan madencilik yatırımlarına açması emperyalizm tartışmalarını yeniden canlandırdı.
Bilimde bazen bir sıçrama yalnızca araştırmacıların dar çevresini değil, tüm insanlığın geleceğini etkiler. 2020’de DeepMind’in geliştirdiği AlphaFold sistemi böyle bir andı.
“YZ dünyayı yutuyor” artık abartılı bir iddia değil.
Tsiridis’in çalışmasının en güçlü yanı, somut tarihsel analizleri belgelerle destekleyerek sivil toplumun (çoğunlukla göz ardı edilen) rolünü vurgulaması.
Dünya siyaseti ve ekonomisi, daha önce hiç görülmemiş bir biçimde birbirine benzeşen güç dinamikleriyle şekilleniyor.
Gazze’de yaşananlar, uluslararası medyada sıklıkla “çatışma”, giderek soykırım olarak tanımlansa da Prof. Jiang Xueqin olanların arkasında çok daha karanlık bir gerçeğin yattığını söylüyor.
ABD yönetimi, yeni savunma stratejisi raporunu, (QDR2001), 11 Eylül 2001 “olayının” tozu yatışmadan açıklamıştı.
Endonezya, yaygın protesto gösterileriyle sarsılıyor. Başkent Cakarta’dan ülkenin dört bir yanına yayılan bu olaylar, sadece yerel bir huzursuzluk değil, aynı zamanda küresel kapitalizmin çevre ülkelerde yarattığı derin eşitsizliklerin, devlet şiddetinin bir ürünü. İsyanın temelinde rejimin tüm kilit kurumların, parlamento dahil, içini boşaltmasıyla, demokratik haklarını kaybetmekte olduklarını hisseden geniş kitlelerin tepkisi yatıyor.
“Küreselleşme” yerini parçalanmaya bırakıyor, bir yeni-jeopolitik şekilleniyor.
Trump, seçim kampanyası boyunca, diktatör olmak dahil tüm arzularını açıkça söyledi. Dahası, Heritage Foundation “Project 2025” başlığı altında 900 sayfalık bir faşist devlete geçiş programı yayımladı. Bu program, devlet bürokrasisindeki özellikle de güvenlik bürokrasisindeki, “kurumsalcıları” ve “anayasalcıları” tasfiye ederek yerlerine başkana sadık olanları atamayı planlıyordu.
Uluslararası ilişkiler alanında yeni bir kavram var: “Ekonomik zorlama çağı” (Foreign Affaires).
Peki bu “ekonomik patlama” yaşanırken, insanların yerini YZ ajanları alırken, artan çıktıyı karşılayacak, kârların gerçekleşmesine, alınacak yatırım kararlarına kaynak olacak tüketici talebi nereden gelecek?
Rejim, seçimlerde kaybettiği belediyeleri geri alıyor, CHP’li belediyelerin liderliklerini tutukluyor, CHP’de Özgür Özel liderliğini tasfiye etmeye çalışıyor.
Amsterdam’da 1656 yılının temmuz ayında, 23 yaşındaki Baruch Spinoza, Avrupa’nın en güçlü sinagogunun önünde durdu, içeri girmeden derin bir nefes aldı.
ABD ekonomisinde, stagflasyon, “konut krizi” kaygıları artarken Trump, Ulusal Muhafızları, Washington DC sokaklarında konuşlandırdı...
Yaygın sıradanlaşmış, “veri hırsızlığı, sahte diplomalar (hoş değilmiş ama kazanç helalmiş), sahte imzalar” eşit (etnik) vatandaşlık topolojisi gibi çürüme semptomları üzerinde düşünürken aklıma eski bir yazımın başlığı geldi: “Hazırlıksız yakalanacağız”.
Köyler, dinler, mezhepler, tarikatlar, kabileler, fraksiyonlar...