Yazarlar Günün Köşe Yazıları Spor Konuk Yaşam Tüm Yazarlar
Felaket zamanlarında yaşamak
“Bunca acının arasında tek avuntum, bir felaketler çağında yaşadığımızın bilincinde olmak” diyor Nobel ödüllü fizikçi Max Planck kendisi gibi gene Nobelli başka bir bilim insanı olan Fritz Haber’e ve ekliyor:
“Bir doğa afeti altında yaşarmışçasına olanları kabul etmek zorundayız!”
Yıl 1933. Hitler iktidara geleli 4 ay olmuş...
Almanya o dönemde bilime yön veriyor. Max Planck ülkenin bir numaralı bilim-araştırma merkezi, Kaiser Wilhelm Enstitüsü’nün başkanı.
Haber de aynı kurumda yönetici...
Haber’e siyasi çevrelerden enstitü içindeki Yahudileri ayıklama talimatı geliyor. Haber direnebilmek için Max Planck’ı arıyor. Planck’tan aldığı yanıt:
“Başımıza gelen doğal afetten farksız. Kendini boşuna yorma. Olanları kabullen.”
Başlıbaşına bu bile, bilim aristokrasisinin Hitler Almanyası ile ne büyük hızla uzlaştığını göstermeye yetiyor.
Buna Hitler dönemi terminolojisiyle “Selbstgleichschaltung” (kendiliğinden hizaya girmek) diyorlar.
Bütün bunları karantina günlerinde okuduğum Erik Larson’un “Canavarların Bahçesinde” isimli kitabından öğrendim. Türkçe çevirisi sanıyorum henüz yok. Ama Almanca, Fransızca, İtalyanca çok sayıda dile çevrilen eseri, “felaket zamanlarında yaşamanın” nişanesi olarak dil bilen okurlara hararetle öneririm.
Bazı öyle satırlar var ki insanın içine işliyor. Baskıdan kaçan aydınlardan bahsederken örneğin “sürgün”e gidenlerin yanında kimilerinin “iç sürgün”ü seçtiğini anlatıyor yazar.
“İç sürgün”ün “felaket zamanlarında yaşama” ile nasıl iç içe olduğunu öğreniyoruz.
Romanlaştırılmış tarih
Larson, Hitler’in iktidara gelişinin ardından ABD Başkanı Roosevelt’in Berlin’e büyükelçi olarak yolladığı William E. Dodd ve ailesini öykünün merkezine koyuyor. Gerçek olaylar ve karakterlere yer veren yazar tarihi romanlaştırmış. Bunu sürükleyici bir anlatımla başaran Larson, elinize aldığınızda bırakamadığınız bir kitap çıkarmış.
Canavarlar Bahçesi’nin beni bu kerte sarmasının baş nedenlerinden biri, Larson’un faşizmin yükselişine kayıtsız kalan dış dünyaya ayna tutması. Roosevelt Amerikası günümüz Amerikası’ndan farklı değil.
Roosevelt Dodd’u Berlin’e gönderdiğinde Hitler’in ne korkunç olduğunu biliyor. Museviler işten atılmış, kitaplar yakılmış, “Konzentrationslager/toplama kamplarına” Yahudiler değilse bile sosyalistler, komünistler, liberaller çoktan doldurulmuş...
Gidişatın vahameti ortada. Ama Roosevelt Berlin’e dişli bir büyükelçi göndermek yerine halim selim pasif bir tarihçiyi yolluyor.
Elçi Dodd’un hayali beri yanda Almanya’ya vardığında kafasında planladığı ABD iç savaşını anlatan bir kitap yazmak. Köy yanar, deli kız taranır misali dünya yıkılırken büyükelçi “kitabımı yazacağım boş zamanı nihayet bulacağım” diye seviniyor.
Roosevelt’in etliye sütlüye karışmayan böyle bir elçiyi derdest etmesi elbette tesadüf değil. ABD o dönemde izolasyonizmi seçmiş. “Yahudi meselesi”ne Almanya’nın iç sorunu gözüyle bakıyor ve bugün olduğu gibi tam göç karşıtı bir konjonktürden geçtiği için Almanya’dan kaçacak Yahudilere asla kapı açmak istemiyor.
Buhran sonrasında ayrıca Washington “New Deal” politikalarını başlatmış. Ekonomiyi ayağa kaldırmak için paraya ihtiyacı var. Almanya’nın da o sırada Amerika’ya deve yüküyle borcu bulunuyor. Roosevelt yalnız o paraları kurtarmak istiyor. Berlin’e yolladığı sefire de yüklediği tek misyon bu oluyor. Özgürlük gaspı, Nazi zulmü falan umurunda olmuyor.
Korku, biat ve popülizm
Dodd ve ailesi 13 Temmuz 1933’te “ağaç kokularının” havayı sardığı tılsımlı bir yaz günü Berlin’e varıyorlar. Kendilerine Tiergarten parkı karşısında çok güzel dayanmış döşenmiş, kirası da kelepir olan bir rezidans seçiyorlar. Büyükelçi, Berlin gibi bir yerde nasıl olup da böyle bir düşeş bulduğunu kendisine hiç sormuyor...
Sefir ve ailesinin vardıkları şehir son derecede canlı. O dönemde bile trafikte 120 bin araba var. Metrosu, renkli tramvayları, vızır vızır işleyen otobüsleriyle Amerikalı diplomatın ailesine büyük bir güven duygusu aşılıyor.
“Canavarlar Bahçesi”nin en etkileyici yönlerinden bir diğeri de bu: Hitler Almanyası’nın dış makyajı ile iç çürümesi arasındaki tezatı çok iyi anlatması.
Gestapo şeflerinden Sovyet casuslarına dek çok farklı kesimlerle “ilişkileri” olan sefirin 24 yaşındaki kızı Martha, Berlin’in en gözde mekânlarında Hotel Adlon, Hotel Eden, Café Josty, Romanisches Café... gönül eğlendirirken Hitler, Berlin’in rakipsiz patronu haline geliyor.
Işıl ışıl yaz güneşi altında göz kamaştıran Berlin dışardan gelenlere “hiç de öyle ürkütücü bir yer değilmiş” duygusu verirken, şiddet her yere halka halka yayılıyor.
Basını, bakanlıkları, üniversiteleri, yurttaşları “hizaya sokma” anlamındaki “Gleichscaltung” korku imparatorluğu, biat, oportünizm ve aklın susturulmasıyla tırmandırılıyor.
“Canavarlar Bahçesi”, felaket zamanlarını kavramak için benzersiz bir kitap.
Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları
Günün Köşe Yazıları
Video Haberler
- Asgari ücret artarsa verimlilik artar
- Yankı Bağcıoğlu'ndan Suriye uyarısı:
- CHP'li Günaydın'dan Bakan Tekin'e tepki!
- Yeni Doğan çetesi davasında çarpıcı itiraflar
- Canlı tarih müzesi Hisart 10. yılında!
- Teğmenler Yüksek Disiplin Kurulu'na sevk ediliyor
- Tarihçi Yusuf Halaçoğlu'ndan şok iddialar
- TBMM'de 'Etki Ajanlığı' düzenlemesi tartışılacak: Amaç m
- Pera Palas'ta Atatürk Müze Odası
- İmamoğlu’ndan 10 Kasım paylaşımı!
En Çok Okunan Haberler
- Colani'den İsrail hakkında ilk açıklama
- Emekliye iyi haber yok!
- MHP'den 'asgari ücret' önerisi
- Adnan Kale'nin ölümüne ilişkin peş peşe açıklamalar!
- Devrim Muhafızları'ndan Suriye çıkışı
- İngiliz gazetesinden Esad iddiası
- 'Seküler müdür kalmadı'
- 'Kayyuma değil, halka bütçe'
- Arda Güler'in 2 asisti Madrid'e yetmedi
- Üniversite öğrencisi, trafikte öldürüldü