Aydın Engin

OHAL ve Bu Ne Hal?

09 Ekim 2014 Perşembe

Geliyorum diyordu. Galiba geliyor...
1970’lerin ikinci yarısı yaşanırken en azından ilkokula gidenler ve onlardan daha yaşlı kuşaklar sanırım dün sabah irkildiler ve ürktüler. Gün 8 ölüyle başlamıştı, öğlen 21’e çıktı. 21 yurttaşımız Kobani için sokaklara dökülenler arasındaydılar ve artık yaşamıyorlar.
Gazete başlıkları yine aynı dönemden, o iç savaş benzeri yıllardan farklı değildi. Ardından adeta OHAL günleri geldi. Sokağa çıkma yasakları, kapatılan okullar, tahrip edilen binalar, araçlar, barikatlar, askerin kentlere inişi, içi kof “itidal” çağrıları, devlet katından “şiddete şiddetle cevap verilecektir” tehditleri, tembel gazete editörlerinin “karşıt görüşlü gruplar arasındaki çatışmalar” diye başlayan yaveleri...
Peki, fark yok mu?
Var.
O yüzden daha ürkütücü, daha yakıcı.
1990’lı yıllarda bir yanda PKK, karşısında polis, özel harekât polisleri, komando birlikleri, JİTEM görevlileri, itirafçı çeteleri kıyasıya çarpışıyorlardı. Ama onca kışkırtmaya, onca zorlamaya rağmen yurttaşların ezici çoğunluğu bu çatışmanın dışında kalıyordu. Türkler ve Kürtler birbirlerini severek, birbirlerine söverek, içlerinde düşmanca duygular büyüterek ya da bastırarak çatışmaların dışında kalarak yaşıyorlardı. Bir iç savaştan korkuluyordu ve fakat bir iç savaş ne söz, bir iç savaşa yönelebilecek bir tırmanış bile yaşanmadı.
Oysa bugün ürkütücü ipuçları, belirtiler hepimizin gözleri önünde. Kürtlerin çok yoğun olduğu Güneydoğu kentlerinde çatışma polis ve Hizbullah çeteleriyle Kürt göstericiler arasında oldu. Ancak Ankara, İstanbul, İzmir, Kocaeli, Mersin, Eskişehir gibi kentlerde Kobani ile dayanışma amacıyla protesto gösterileri yapan Kürtlerle, onlara tepki gösteren dinci ve milliyetçi kimlikleri baskın Türkler arasında çatışmalar yaşandı.
Puslu havayı fırsat bilen JİTEM kalıntıları, Hizbullah çetelerinin kılıç artıkları, kışkırtıcı ajanlar ve provokatörler kolları sıvadılar ve bir Türk- Kürt çatışması için zehirli tohumlar serpmeye başladılar.
Peki, KCK’nin iki gün önce yaptığı, Kobani ile kitlesel dayanışma eylemleri için sokaklara çıkma çağrısına eklediği “Kentleri yaşanamaz hale getirme” vurgusu neyi hedefliyor, bu vurgudan nasıl bir sonuç bekleniyor? Bunun eylemlerin meşruluğunu ve haklılığını gölgeleyeceğini kestirmek pek mi zor?
Bu soruya akla uygun bir cevap veremiyorum. Şiddetin daha yüksek ölçüde bir şiddeti doğurduğunu en iyi bilmesi gereken KCK yönetiminin dün de barışçıl olan, bir demokratik hakkın kullanımı olarak kabul edilmesi gereken eylemler ile yakıp yıkma, tahrip etme, “kentleri yaşanamaz hale getirme” eylemleri arasında bir ayrım yapmaksızın, protesto gösterilerini selamlamasını, alkışlamasını kim basiretli bir siyasal adım olarak görebilir ki?
Nitekim Kürt siyasal hareketinin denetimi dışına çıkmış, yüzü maskeli, protestodan çok vandalizm histerisine kapılmış Kürt gençleri, ortalığı yakıp yıkmaya, barikatlar kurup kentleri sahiden de yaşanmaz hale getirmeye başladılar. Dahası, Atatürk büstünü okulun penceresinden fırlatıp, aşağıda o büst ile futbol oynayacak kadar utanç verici marifetler sergilediler.
HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın bu tür eylemleri açık seçik provokasyon ilan etmesinin, lanetlemesinin ne gibi sonuç vereceğini, o zembereği boşalmış Kürt gençleri üstünde bu çağrının etkili olup olamayacağını ölçemiyoruz. Çünkü Kürt yoğunluklu kentlerde adı konmamış bir OHAL uygulaması geldi. Sokağa çıkma yasağı kondu.
Bu gidişle Öcalan’ın uyarılarının bile bu gençleri dizginleyemeyebileceğini ben görüyorum, siz görmüyor musunuz?

***

Peki, gelinen bu ürkütücü aşamanın sorumlusu kim?
Rojava’yı bir tehdit olarak algılayan bir iktidar, bugünün tohumlarını aylar, hatta yıllardan beri inatla, ısrarla ekmedi mi?
Suriye sınırı boyunca uzanan Rojava’da yaşayan Kürtlerle, o sınırın Türkiye tarafından yaşayan Kürtlerin bir elmanın iki yarısı olduğunu ve elmayı bölenin onlar olmadığı gerçeğini nasıl gözardı edebiliriz. Onlar için Kobani başka bir ülkenin kenti filan değil. “Kız alıp kız verdikleri, tavuklarının birbirine karıştığı” bir bölgeden söz ediyoruz.
Bunca kargaşa, bunca çatışma içinde, sabahları “Acaba Kobani düştü, IŞİD çetelerinin eline geçti mi” sorusuyla uyandığımız şu günlerde sakin kalabilmek kolay değil.
Zor olanın üstesinden gelelim. AKP iktidarına sakin sakin soralım:
Bir: En tepedeki AKP’li Tayyip Erdoğan “PKK ile IŞİD arasında fark yok” buyurdu. Öyleyse niye PKK ile çözüm süreci, barış süreci gibi nitelemelerle anılan görüşmeler yürütüyorsunuz? Bakanınız “Gerekirse Kandil ile de görüşürüz” dedi. E, hani IŞİD ile PKK arasında fark yoktu?
İki: Getirdiğiniz tezkereyi Meclis onayladı. Artık elinizi bağlayan bir engel yok. O tezkere “yabancı silahlı güçlerin Türkiye’den geçmelerine” izin veriyor. Başbakan daha iki gün önce “Kobani’nin düşmesini kabul edemeyiz” buyurdu. Rojava’nın Cezire ve Efrin kantonlarındaki PYG (PYD’nin silahlı güçleri) birliklerinin sınır boyunca uzanacak bir koridordan geçip Kobani’nin imdadına yetişmelerine olanak sağlayın. Elinizi tutan ne?
Üç: IŞİD’in tankı var, topu var, tüfeği, cephanesi var ama uçağı yok. Öyleyse niye IŞİD ile mücadeleyi o bölgede uçuşa yasak bölge koşuluna bağlıyorsunuz?
Dört: Beyler açıkça, delikanlıca, harbiden söyleyin: Siz sahiden IŞİD’i bir bela olarak görüyor ve onunla mücadele etmek istiyor musunuz?
Yoksa...  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

25 ay 13 gün sonra 16 Ağustos 2018

Günün Köşe Yazıları