Nelson Mandela, 95 yaşında öldü. O gün, CNN, BBC, CNBC, TV5, DW, hatta El Cezire televizyonlarında öbür haberler adeta anlamlarından bir şeyler yitirdiler. Mandela’nın ölüm haberi her yeri kapladı. Mandela’yı herkes “biliyor”, o yılmaz bir özgürlük savaşçısı. On yıllarca hapiste yattı, Güney Afrika halkını ırkçı rejimden kurtararak özgürleştirdi…
Peki neden bunları izlerken huzursuzlanıyorum? Dünyanın neredeyse tüm liderlerinin, kanaat önderlerinin tek bir konuda, aynı duyguları paylaşarak anlaşmış olması olanaklı mı? Bush’tan Cameron’a (Mandela’nın idamını istemiş zamanında), milyarder işadamlarına, Guantanamo’nun üzerinde oturan, insansız uçaklarla sivillerin ölüm fermanlarını imzalayan Obama’ya, en gerici gazetelerden sosyal demokrat yazarlara kadar neredeyse herkesi kapsayan bu “bütünsel” görüntü sakın bir şeyleri gizliyor olmasın?
Ben benzer bir duygu selinin Prenses Diana öldüğü zaman da yaşandığını anımsıyorum. Sonra aklıma Stjepan G. Mestrovic’in, Postemotional Society (1997) (Duyguötesi Toplum) başlıklı kitabı geliyor (kitap şu anda yanımda olmadığından başka yazarların özetlerinden, alıntılarından yararlanacağım).
‘Postemotional’ toplum
“Postemotional” kavramı, “duygu sonrası” gibi anlaşılıyor, ama Mestrovic kitabında, duyguların sona erdiği bir toplumdan değil, duyguların kişiye özgün, içeriye ait bir güç olmaktan, hem “kişinin kendisi”, hem de başkaları tarafından manipüle edilmeye yatkın, metalaştırılmış, yarı entelektüel bir güce dönüşmesinden söz ediyor.
Bu toplumda kitleler hangi olay karşısında hangi duyguları nasıl sergilemeleri gerektiğini medyadan, birbirlerinden öğrenirler. Duygular artık öznel-otantik değil, birer toplumsal yapıntıdırlar. Mestrovic’in geliştirdiği bu savlardan sonra ulaştığı sonuç gerçekten çok karamsardır: Bu uygarlık, yaşandığı biçimiyle otantik değil, “imal edilmiş”, sahte/uydurma/taklit bir uygarlıktır. Bu uygarlığın toplumunda, duygu ile eylem arasındaki bağ koparılmış, özgünlük yok olmuş (Badiou’nun aşkın santimantal erotik pazarlıklara indirgendiğine ilişkin gözlemi geliyor aklıma), kitlesel manipülasyon güçlenerek öne çıkmıştır. Eşdüzey/ görevdeş (peer) gruplar, medya ve kültür endüstrisi toplumsal kontrol kurumları olarak devletin yerini almaya başlamıştır.
Ekonomik kriz, neoliberalizmin metalaştırma, yalnızlaştırma, piyasanın eline terk etme telaşıyla parçaladığı “toplumu” daha da dağıtıyor, bireyini umutsuzluğa sürüklüyor. Bu koşullarda bireyin duygularının, kitlesel duygu selinin, egemen sınıflara, devlete karşı yükselmemesi için yakından denetlenmesi giderek daha çok önem kazanıyor. Toplumun parçalandığı, bireyin yalnızlaştığı umutsuzluk içinde etrafına bakındığı bir “dünyada”, gerçek değil sahte dayanışma, sahte bir ortaklık, aynı kadere ait olma duygularının kitlesel düzeyde imal edilmesi, devletin, kapitalist sınıfların politikalarına endekslenmesi gerekiyor. Yıllar önce Prenses Diana, bir dönem çocuk resimleri üzerinden Suriye’ye yardım kampanyaları (artık unutuldu) şimdi de Mandela...
Simgesel ‘Mandela’ neydi?
Simgesel Mandela’nın insan olarak özverili, becerikli, özgüveni yüksek, ırkçı rejimi ortadan kaldırma davasına sadık biri olduğunu kolaylıkla söyleyebiliriz. Gerçek Mandela’nın davasıysa Güney Afrika’da siyahlara ayrımcılık uygulamayan bir kapitalizm, siyah bir kapitalist egemen sınıf yaratmaktı. Mandela’nın başkan olduktan sonraki dostlarına bakınca karşımıza çok sayıda beyaz, milyarder karakterin çıkması da rastlantı ya da kaderin bir cilvesi değil.
Mandela, devrimin eşiğine gelmiş isyan halinde, yoksul bir siyah nüfusu beyazlarla uzlaşmaya, mülkiyeti ve kapitalizmi hedef almadan rejimin değişmesini kabul etmeye başarıyla ikna etti. Güney Afrika IMF programlarını uygulayan, küresel maden şirketlerinin imtiyazlarını korumaya devam eden, uluslararası sermaye için güvenli bir ülkeye dönüştü. İşte uluslararası kültür endüstrisi, bir uzlaşmayı başardığı, devrimi önlediği için bugün onu bu yaygınlıkla anıyor, kitleleri onun bu özelliklerine hayranlık duymaya, bu Mandela’ya yas tutmaya yönlendiriyor.
Dürüst bir insan olarak Mandela asla kapitalizme karşı olduğunu iddia etmedi, hatta ilk yaptığı konuşmalardan birinde işçilere, bir taraftan kemerleri sıkmaları gerektiğini anlatırken diğer taraftan mücadele etmezlerse haklarını alamayacaklarını söylemeyi ihmal etmedi. Irkçı rejimin yıkılmasıysa, Güney Afrika işçi sınıfının, yoksullarının yaşam koşullarının düzelmesine yol açmadı.
Mandela (1918-2013)
Yazarın Son Yazıları
Türkiye, yıllardır siyasal İslam rejiminin “toplumsal ruh mühendisliği” projesinin baskısı altında yaşıyor.
Erkek fantezilerini meşrulaştıran faşist ve siyasal İslamcı ideolojilerle hesaplaşmadan algoritmaları suçlamak kolaydır ama asıl nedeni görünmez kılan politik bir kaçıştır.
Sağın bu birlik refleksi, ideolojik bir tutarlılıktan değil, son derece sade bir siyasal sezgiden besleniyor: İktidarı istiyorsan yan yana duracaksın.
ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi’ne (UGS) bu kez emperyalizm ve faşizm kavramlarının ışığında bakacağım.
Önümüzdeki dönem dünya siyasetini yalnızca büyük güç rekabeti değil; milliyetçi, hatta uygarlıkçı reflekslerle donanmış yeni bir “teknolojik kapitalizm” biçiminin, faşist ideolojinin küresel ölçekte (öncelikle de UGS’nin, “göç dalgaları altında kimliğini kaybeden, gerileyen uygarlık” olarak tanımladığı Avrupa’ya), dayatılması belirleyecek.
Pazartesi günü, 2026’ya girerken ABD ekonomisinin çok kırılgan, küresel ekonominin resesyon eşiğinde olduğunu vurgulamıştım.
Dünya ekonomisi 2026’ya girerken resesyon sınırında (yüzde 3) yavaşlamaya devam ediyor, riskler ve büyüme önündeki engeller artıyor.
“Komisyon”, hukuki, idari ve anayasal bir zeminden yoksun.
The Economist 1990’larda, bir sayısında, finansallaşma başlarken 10 dev ABD bankasını kastederek “evrenin yeni efendileri” diyordu. Bu bankalar dünya borç piyasasında egemendi.
Serbest piyasa Ayetullahları sevindiler...
Küresel Organize Suç Endeksi’nin 2025 raporu açıklandı. Türkiye 2020’de 6.9 puanla 12. sıradayken bugün 7.2 ile 10. sıraya yükselmiş. Küresel ortalama 5.08. Bu endeks, sadece mafyanın gücünü ya da kaçakçılık hatlarını ölçmüyor; devlet içi yapılardan finansal suçlara, yargı bağımsızlığından ekonomiye sızmış suç ağlarına kadar geniş bir tabloyu ortaya koyuyor.
Küresel ısınma üzerine “Taraflar Konferansı” (COP30) Brezilya’da toplandı.
Emperyalist sistemin ABD, AB gibi merkezlerinin Türkiye gibi çevre ülkelerle ilişkilerinde demokrasi arzusu hiçbir zaman gerçek bir faktör olmadı. Bu ilişkiler her zaman çevre ülkenin ekonomik, jeopolitik açıdan kullanılabilir olma ilkesine dayandı.
Trump’ın başkanlığından hoşnut olmayanların oranı yüzde 60’ı geçti.
Busan’daki Trump-Şi zirvesi, yalnızca iki ülke arasındaki ticaret savaşında geçici bir ateşkes anlamına gelmiyor; aynı zamanda, 21. yüzyılın jeopolitik dengelerinde güç, liderlik gibi kavramların yeniden tanımlandığı bir döneme işaret ediyor. Zirvenin sonunda Trump’ın “12 üzerinden 10’luk bir görüşme” sözleri, Şi’nin ise “Dev gemiyi birlikte yönetiyoruz” vurgusu, ”yeni” bir durumu sergiliyor: Amerika artık “tek süper güç” değil.
Gözlerimizi gerçeğe açmamız gerekiyor.
Z kuşağının emeğin, doğanın, LGBTQ ve kadın haklarının değersizleştirilmesine, ırkçılığa gözetim kültürüne ve kurumsal otoriterliğe karşı zaman zaman isyana varan direnişi, yalnızca bir kuşak çatışması değil, sermayenin denetim kapasitesini sınırlayan tarihsel bir başkaldırı biçimi. Tam da bu nedenle, işletmelerinde kontrolü yitirme korkusu, teknoloji sermayesini giderek demokrasi düşmanı, hatta faşizan reflekslere sürüklüyor.
İsyan ve ekonomik kriz dinamikleri tarihte zaman zaman çakışıyor.
Geçtiğimiz günlerde, Altın 4 bin dolara ulaştı, piyasalarda “Borsa aşırı değerli” uyarıları sıklaştı. Jamie Diamond, Warren Buffet gibi ünlü yatırımcılar bu durumun sürdürülemezliğine işaret ediyorlar.
Gazze’de savaşın yerini alan ateşkes, ilk bakışta bir nefes alma imkânı sundu.
Cuma günü, Aurelien adlı bir yazarın “The cult of can’t” başlıklı denemesine rastladım. Perşembe yazımı okumuş olanların ilgisini çekeceğini düşünerek özetliyorum.
Kapitalizmin merkezlerinde (Anglosakson dünyada) uzun yıllar küreselleşmenin, teknolojinin (özellikle internet ve dijitalleşme) bizi “bugünden daha iyi” (özgür, demokratik, bolluk) günlere taşıyacağı anlatıldı.
Bu kez şanslıyım, önümde iki fotoğraf var. Meclis’in açılışında ve akşamında verilen davet sırasında çekilmiş bu fotoğraflar bugünkü siyasi şekillenmenin, “sağını-solunu”, çok güzel betimliyorlar.
Cumhurbaşkanının ABD ziyareti, MAPEG’in, 33 ilin topraklarını doğrudan madencilik yatırımlarına açması emperyalizm tartışmalarını yeniden canlandırdı.
Bilimde bazen bir sıçrama yalnızca araştırmacıların dar çevresini değil, tüm insanlığın geleceğini etkiler. 2020’de DeepMind’in geliştirdiği AlphaFold sistemi böyle bir andı.
“YZ dünyayı yutuyor” artık abartılı bir iddia değil.
Tsiridis’in çalışmasının en güçlü yanı, somut tarihsel analizleri belgelerle destekleyerek sivil toplumun (çoğunlukla göz ardı edilen) rolünü vurgulaması.
Dünya siyaseti ve ekonomisi, daha önce hiç görülmemiş bir biçimde birbirine benzeşen güç dinamikleriyle şekilleniyor.
Gazze’de yaşananlar, uluslararası medyada sıklıkla “çatışma”, giderek soykırım olarak tanımlansa da Prof. Jiang Xueqin olanların arkasında çok daha karanlık bir gerçeğin yattığını söylüyor.
ABD yönetimi, yeni savunma stratejisi raporunu, (QDR2001), 11 Eylül 2001 “olayının” tozu yatışmadan açıklamıştı.
Endonezya, yaygın protesto gösterileriyle sarsılıyor. Başkent Cakarta’dan ülkenin dört bir yanına yayılan bu olaylar, sadece yerel bir huzursuzluk değil, aynı zamanda küresel kapitalizmin çevre ülkelerde yarattığı derin eşitsizliklerin, devlet şiddetinin bir ürünü. İsyanın temelinde rejimin tüm kilit kurumların, parlamento dahil, içini boşaltmasıyla, demokratik haklarını kaybetmekte olduklarını hisseden geniş kitlelerin tepkisi yatıyor.
“Küreselleşme” yerini parçalanmaya bırakıyor, bir yeni-jeopolitik şekilleniyor.
Trump, seçim kampanyası boyunca, diktatör olmak dahil tüm arzularını açıkça söyledi. Dahası, Heritage Foundation “Project 2025” başlığı altında 900 sayfalık bir faşist devlete geçiş programı yayımladı. Bu program, devlet bürokrasisindeki özellikle de güvenlik bürokrasisindeki, “kurumsalcıları” ve “anayasalcıları” tasfiye ederek yerlerine başkana sadık olanları atamayı planlıyordu.
Uluslararası ilişkiler alanında yeni bir kavram var: “Ekonomik zorlama çağı” (Foreign Affaires).
Peki bu “ekonomik patlama” yaşanırken, insanların yerini YZ ajanları alırken, artan çıktıyı karşılayacak, kârların gerçekleşmesine, alınacak yatırım kararlarına kaynak olacak tüketici talebi nereden gelecek?
Rejim, seçimlerde kaybettiği belediyeleri geri alıyor, CHP’li belediyelerin liderliklerini tutukluyor, CHP’de Özgür Özel liderliğini tasfiye etmeye çalışıyor.
Amsterdam’da 1656 yılının temmuz ayında, 23 yaşındaki Baruch Spinoza, Avrupa’nın en güçlü sinagogunun önünde durdu, içeri girmeden derin bir nefes aldı.
ABD ekonomisinde, stagflasyon, “konut krizi” kaygıları artarken Trump, Ulusal Muhafızları, Washington DC sokaklarında konuşlandırdı...
Yaygın sıradanlaşmış, “veri hırsızlığı, sahte diplomalar (hoş değilmiş ama kazanç helalmiş), sahte imzalar” eşit (etnik) vatandaşlık topolojisi gibi çürüme semptomları üzerinde düşünürken aklıma eski bir yazımın başlığı geldi: “Hazırlıksız yakalanacağız”.
Köyler, dinler, mezhepler, tarikatlar, kabileler, fraksiyonlar...