Yazının başlığında ‘siyasi gözaltı’ ya da ‘tutuklama’ sözleri yer alınca, bu anlatımın öznesinin CHP olduğunu anlıyoruz. 2023 genel seçimlerinden sonra ‘dizayn edileceğinin’ açıkça anons edildiği, 31 Mart 2024 yerel seçim başarısı sonrası ise artık iyice hedefe yerleştirilen, Atatürk Cumhuriyeti’nin kurucu partisinden bahsediyoruz.
‘Dizaynırların!’ iki temel yola çıkış ve güç alış kaynağı vardır diye düşünüyor insan. İlki, Özgür Özel’in Kemal Kılıçdaroğlu’nu yendiği meşhur kurultaydaki bir görüntü olmalı. Hani şu, Özgür Özel’in kazandığı anlaşıldığında, Kılıçdaroğlu’nun değerli eşinin Özel’i el işaretiyle yanına çağırıp bütün salonun önünde azarlamaya kalktığı sahne… CHP’yi şekillendirenler, gözlerden kaçan bu görüntüyü muhtemelen döndürüp döndürüp izlemişlerdir.
İkincisi ve güç devşirdikleri ise Amerikalı Cumhuriyetçi Senatörün tutuklamalar karşısındaki düşünceleridir mutlaka. Senatör Chris Murphy aslında büyük bir iyilik yaparak ABD’nin Türkiye’yi nasıl gördüğünü açıklıkla anlatmıştı. Senatöre göre Türkiye bir üçüncü dünya ülkesiydi ve buralarda böyle şeyler olurdu. Murphy, Ekrem İmamoğlu’nun tutuklama kararının muhtemelen ABD Başkanı Trump ile gerçekleştirilen telefon görüşmesi sonrası geldiğini belirtiyordu.
31 Mayıs Cumartesi sabaha karşı gerçekleştirilen gözaltılar ile CHP’nin kuşatılması bir ileri boyuta taşınmıştı. CHP’nin Seyhan ve Ceyhan belediye başkanlarının gözaltına alınması, ömrü vefa edene kadar sürecek bir liderlik düşüncesinin, İstanbul dışındaki taşrada da muhalefeti yok etme planıyla ilgili olmalıydı. Ülkenin sürükleneceği seçimsizlik ortamında yalnızca İstanbul değil, yurdun bütününde de yerelin iradesi ortadan kaldırılacaktı.
İstanbul-taşra analojisi yaparsak; ‘İstanbul bir büyük taşradır’ sözü kısmen doğrudur. Böyle olsa da bu söz İstanbul’un, mesleklerin ve şehirdeki iş bölümünün farklılaştığı dolayısıyla özgünleştiği bir mega kent oluşuna halel getirmez. İstanbul taşradan farklı olarak her anlamda zor bir şehirdir. İstanbul’a sonradan yerleşmiş Anadolu insanı bu zorluğu taşranın basit yaşam kodlarıyla yenmeye çalışır. Kentin yerleşik kurallarına uymak yerine, taşradan beraberinde getirdiği alışkanlıklarını dayatmaya kalkar. Bu çabası sırasında yaşayacağı çatışmalar, ortak mezarlıkları paylaşmadığı diğer kentlilerle sonsuza değin sürecek hesaplaşmalar doğurmaz. Günün sonunda herkes evine dağılır.
Anadolu taşrası ise çok farklıdır. Orada yaşam birbirine geçmiş durumdadır. Örneğin siyasi rakip olduğu varsayılan insanlar cenazede beraber saf tutar, düğünlerde aynı masayı paylaşır, açılışlarda kurdeleyi birlikte keser, aynı tribünde maç izlerler, kutlamalarda zoraki de olsa tokalaşırlar. Her daim beraber olma durumu karşıtlarını eleştirme, kötü söz söyleme eyleminde onları ölçülü olmaya iter. Çünkü günün sonunda mutlaka yüz yüze gelinecektir.
Taşrada siyasi çatışmalar ideolojik eksende yürütülmez. Olsa da bu iş taşeronlara yani şehre sonradan yerleşenlere verilir. Bunun amacı kuşaklar boyunca sürmekte olan hemşerilik ve aidiyet bağlarının böylesi anlamsız(!) çatışmalar yüzünden zarar görecek olmasıdır.
Ama taraflardan birisinin bağlı bulunduğu siyasi oluşumun liderliğinin bir diğerini yok etme girişimi taşra insanını, örneğin İstanbul’dakilerden çok farklı etkileyecektir. Taşra insanı bunu siyasi karar olarak algılamaktan ziyade üstünde titrediği mülküne, yaşamını kazandığı alana bir tehdit olarak da görür. Çünkü taşrada hesaplaşmalar mülksüzleştirme üstünden de yürür. İşte bu olası tehdit, zoraki de olsa sürdürülmeye çalışan toplumsal barışı zora sokar. İnsanları birbirine düşman kılar. Kuşaklar boyu sürecek olan bir hesaplaşma, kin tutma sürecini başlatabilir.
Eğer ABD’li senatör Murphy “üçüncü dünya ülkelerinde bunlar olağan durumdur” diyor ve buna göre bir gündem oluşturuluyorduysa plan tıkır tıkır işliyor olmalıdır…