Minibüsteyim, tam karşımda iki genç kız oturuyor. İkisinin de üstünde kara çarşaf, öylece dimdik oturuyorlar. Yüzlerinde hiçbir ifade yok. Sanki birileri tarafından esir alınmışlar şimdi de esir alındıkları hapishanelere gidiyor gibiler. İçimden üstlerindeki kara çarşafı çıkarıp saçlarını dağıtmayı düşünüyorum. Hayatın bir esir kampı değil, neşenin ve aşkın kaynağı olduğunu söylemek istiyorum, sadece istiyorum, onlar hâlâ ifadesiz yüzleriyle öylece oturuyorlar.
Bir zamanlar bu esir kamplarını, insan hakları açısından şiddetle savunduğumuz günleri hatırlıyorum. Türbanın ve çarşafın, birer simge olduğunu kavrayamadığımız günleri. Ve geldiğimiz yeri... Artık türbanlı hâkimlerimiz, doktorlarımız, askerlerimiz, zabıtalarımız ve polislerimiz hatta bakanlarımız var. Şimdi kendime ve türbanı şiddetle savunan herkese soruyorum. Bir mahkemedesiniz ve hâkim türbanlı, onun gerçekten adil karar vereceğini düşünebiliyor musunuz? “Bismillah” diye işe başlayan bir anestezi uzmanına ne kadar güvenebilirsiniz? Diyelim, uyuşturucu almış bir kişi bu doktorun eline düştü, gerçekten kendine öğretilen dini bilgileri bir kenara itip hastayı kurtarmak için içtenlikle çalışır mı? Ergenlikte cinsel seçimiyle başı belada olan bir gence türbanlı bir psikolog ne kadar yardımcı olabilir? Çünkü başına bağladığı türbanın ona öğrettiklerini unutmak zorundadır, bu da epey zor bir iştir.
Kısaca dostlarım, artık ülkemiz kara çarşafın karanlığında usul usul kayboluyor. Ve bu kara karanlık bizi kolay kolay terk etmeyecek. Çünkü bu karanlık merhamete, iyiliğe, dostluğa, dayanışmaya inanmıyor. Biz de gereğinden fazla demokratçılık oynamayı sevdik ve karanlığın her adımında resmen geri adım attık.
O kadar demokratız ki, kendimizin bir hayvan olduğunu, en yakın akrabalarımızın su sineği ve kurbağa olduğunu inkâr edip dünyanın her köşesinde kabul edilen Evrim Teorisi’nin okullardan çıkarılmasını normal karşılamaya başladık. Şimdi çocuklar ne öğrenecekler, biyoloji tek bir derse indirgenmiş, biz zamanında az kurbağa kesmemiştik, fare itici olduğundan hocamız kurbağa üstünde kan dolaşımını, sindirim sistemini anlatmıştı.
Hey gidi günler!
Neyse ki, gençler okumanın artık para etmediğine ikna olmuşlar. Haklılar, binlerce üniversite mezunu işsiz. Artık hiçbir umutları da kalmamış, ya anne-baba evlerinin bir odasında sabahtan akşama kadar bilgisayarın başında oyun oynuyorlar ya da amaçsız ve parasız deli dana gibi dolaşıyorlar. Hiçbir amaç, hiçbir idealleri olmadan. Ve ne yazık ki, saklanıyor ama, pek çok genç intihar ediyor.
Tabela üniversitelerin onları artık sadece ve sadece bir müşteri gibi gördüklerini düşünüyorlar, doğrudur. Bu arada Kaz Dağları ve Tunceli bölgesi dağları ateş altında. Yıllar önce bir dostumun Siverek’teki dağları askerler tarafından yakılmıştı, teröristler saklanıyor diye, yine aynı mantıkla Tunceli dağlarını yakıyorlar. Binlerce canlıyı öldürüyorlar. İnanılmaz gelişmiş silahlarla donatılmış bir ordunun aklına, teröristleri yok etmek için sadece bölgeyi yakmak geliyorsa, o silahlar niye? O silahlar bizlerin vergileriyle alınıyor. Havadan para yağmıyor. Kaz Dağları ise hiç kuşkusuz Katarlılara toprak elde etmek için yakıldı. Bence Katarlılar zaten üç milyon kişi mi öyle bir şey, tümüyle Türkiye’ye gelip yaşamak arzusundalar. Yani Katar’dan sonra Türkiye. Ülkemin ovaları, yaylaları, dağları cennet, akıllı adamlar cennete yaşarken sahip olmak istiyorlar, bizim gibi de haini bol bir ülke bulmuşlar.
Bu arada bazı arkadaşlar, ne kadar demokrat ne kadar insan haklarına saygılı olduklarını göstermek için gazetemizin yayın ilkelerine ters düştüğü için görevine son verilen Nuray Mert’in üstünden hepimize ders vermeye çalışıyorlar. Bu arada gazeteyi almadıklarını da göğüslerini gere gere söylüyorlar. Sağolunuz, madem gazeteyi almıyorsunuz bu celallenmek niye?
Mevzu mu azaldı? Nedir?
Kara çarşafın karanlığında
Yazarın Son Yazıları
Sevgili okurlarım, yıllar önce İspanya’nın Endülüs bölgesinde dolanırken nereden aklıma düştüyse yolda gördüğüm Çağlar Boyu İşkence Aletleri Müzesi’ne girivermiştim.
Sevgili okurlarım gerçekten bıktım, neden mi?
Sevgili okurlarım bir an kendimi bir reklam şirketinde çalışırken buldum.
Geçtiğimiz hafta, uzun zamandır siyasal ve ekonomik belirsizlik, biri biterken öteki başlayan savaşlar ve giderek şiddetini artıran emek sömürüsü karşısında umutsuzluğa kapılan dünya halkları, uzun zamandır egemen güçler tarafından özellikle unutturulan bir sözcüğü yeniden anımsadı: “Sosyalizm!”
Sevgili okurlarım tarih bize, ülkelerin çökmesine en çok yardım edenlerin kraldan çok kralcılar olduğunu gösterir.
Sevgili okurlarım ülkemin içinde bulunduğu belirsizlik durumu, giderek çoğalan çocuk çetelerinden söz etmek, öldürülen yoldaşların ardından ağıt yakmak, her gün bir kadın cinayetiyle yüz yüze gelmek beni hiç olmadığım kadar umutsuzluğa sürükledi.
Sevgili okurlarım bu hafta bir vatanseveri, bir doğa koruyucusunu, işi sadece gerçekleri belgelemek olan bir güzel insanı Hakan Tosun’u toprağa verdik.
Bir avukat İstanbul’da kalabalık bir caddede, ofisi önünde maskeli kişiler tarafından Kalaşnikoflarla taranarak öldürülüyor.
Sevgili okurlarım insanın tüylerini ürperten. “Bu kadar da olmaz” dedirten bir fotoğrafa bakıp duruyorum.
Sevgili okurlarım hepiniz benim Adana sevgimi bilirsiniz.
Onun hiçbir şeyden haberi yoktu.
Sevgili okurlarım şimdi gelin İtalya’nın Roma kentinde vahşet resimlerinin sergilendiği bir müzeye girelim.
Sevgili okurlarım bugüne kadar hiçbir kitap beni böylesine acıtmamıştı.
Sevgili okurlarım, sivil itaatsizlik özellikle yasalardan, yönetimden hoşnut olmayanların başvurduğu bir eylemdir.
Sevgili okurlarım bugün yazıma Leonard Cohen’in “Herkes biliyor geminin su aldığını./ Herkes biliyor kaptanın yalan söylediğini./ Ve herkes biliyor zarların hileli olduğunu” şiiriyle başlayayım dedim, herkes biliyor da ben neden böyle doktorun az önce biyopsi yaptığı bir hasta gibi endişeyle bekliyorum.
Sevgili okurlarım iyice kafa sersemi olduk.
Sevgili okurlarım bu yaz kendimi büyük bir açık hava tiyatrosunda oyun izliyor gibi hissediyorum.
Sevgili okurlarım bir hafta önce ülkemizde her yer yanıyordu.
Sevgili okurlarım başlık benim değil, sosyal medyada gördüm, sahibini aradım, bulamadım ama bu başlığa vuruldum.
Sevgili okurlarım bu hafta yazar Pınar Kür’ü sonsuza uğurladık.
Sevgili okurlarım ne yazık ki kavşağa geldik arabayı ya uçurumdan aşağı süreceğiz ya da hepimiz yepyeni sorular sormaya, çözümler bulmaya çalışacağız.
Başlığım kimseyi şaşırtmadı değil mi? Evet, bu canım ülkede yepyeni bir savaş deneniyor.
Sevgili okurlarım şimdilik füzelerle, insansız uçaklarla yapılan savaş bitmiş görünüyor, doğrusu ben bittiğine hiç inanmıyorum. Bir yerlerde gene füzeler uçacak, çocuklar ölecek, ölüyor da. Şimdi gelelim bizdeki asıl savaşa. Evet dostlarım ülkemizin zeytinliklerimizi bitirme savaşı bu.
Sevgili okurlarım meğer bizim bu kadim ülkemizde ne kadar çok savaş uzmanı varmış.
Sevgili okurlarım, epey bir zamandır yaklaşık 20 yıldır bu köşede neredeyse aynı sorunları yazmaktan bıktım.
Sevgili okurlarım gene bir bayram günü, üstelik pazar. Açık konuşmayı severim bilirsiniz öyleyse açık konuşayım ben bu bayramı hiç sevmem.
Sevgili okurlarım bir kentten başka bir kente taşınmak ne kadar zormuş.
Sevgili okurlarım 50 yıldır yaşadığım İstanbul’u bırakıp Kocaeli’nin Değirmendere Mahallesi’ne taşınıyorum.
Sevgili okurlarım 25 yıllık hayat ve iş arkadaşım, kızım Dünya’nın babası cebinde şiirlerle dolaşan tüm hayatı boyunca devrime inanan film yönetmeni Ali Özgentürk’ü sonsuzluğa uğurladık.
Yurdumuz yeniden bizim olmalı!
24. yılını kutlayan Afyonkarahisar Klasik Müzik Festival
Unutma deprem geliyorum der ve gelir!
Analar babalar, çocuklarımıza kıyıyorlar!
Bak şu işe ben şu küçücük Yunanistan’ı kıskanıyorum!
Boykotun sessiz çığlığı
Plastik mermi, cop, tazyikli su ve bitmeyen tutuklamalar
Hep birlikte haykırıyoruz: ‘O gün bugündür!’
Cihatçılar Alevileri ve muhalifleri öldürürken...
Ah ne çok öldük!
Ne oldu barış mı gelecek?