Karl Marx, “Cehenneme giden yollar, iyi niyet taşlarıyla döşelidir.” der. Amerikalı düşünür ve toplum eleştirmeni Eric Hoffer ise bu sözü şöyle açıklığa kavuşturur: “Dünyadaki bütün kötülükler, birilerinin, başkalarının iyiliği için hareket etme hakkını kendinde görmesiyle başlar.”
Kökleri Lozan öncesine uzanan “Şark Meselesi”, anılan davranışsal yaklaşımın tipik bir örneğidir. Anadolu da bu uygulamanın hep odağında yer almıştır. Şark Meselesi’nin temel “stratejik davranışsal hamlesi” ise Osmanlı’nın da yenilgi ile çıktığı Büyük Savaş sonrasına bırakılmıştır. İşgalci emperyalistler, din ve mezhep ayrılıkları çıkararak cetvelle sınırlar çizmiş, uydu devlet(cik) ler oluşturmuş, başlarına da emir, sultan, kral vb. ünvanlı birer kukla yönetici oturtarak günümüze değin sömürü çarklarını döndürmüşlerdir. Mondros sonrası işgale uğrayan Anadolu’nun defteri ise paylaşımın son şeklinin verildiği 10 Ağustos 1920 tarihli Sevr ile dürülmüş olacaktı! Bu tuzak, Mustafa Kemal Paşa’nın, 19 Mayıs 1919’da başlattığı Ulusal Kurtuluş Savaşı ile bozulmuş ve Sevr de tarihin çöplüğüne atılmıştır.
KKTC. Kurucu Cumhurbaşkanı R. Raif Denktaş, “Devletsiz insan olabilir, ama devletsiz millet olmaz!”der. Devletin olması için de bir yurt gereklidir. Lozan’da, 24 Temmuz 1923’te Misak-ı Milli’nin onayından sonra, 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edilmiş, böylece Türk Milleti yurduna ve ulus devletine, Anadolu insanı da özgür kimliğine kavuşmuş ve uygar uluslar arasındaki saygın yerini almıştır. Kısacası Sevr’in anti tezi olan Lozan, yok edici dayatmaları reddettiği gibi, ulus adına sayısız devrim kazanımlarının da önünü açmıştır.
Ancak emperyalistler, yüz yıl önceki tarihsel hedeflerinden sapmış değiller! Ortamı oluştu(rul)ğunda ve/veya kullanışlı yöneticiler bulunup buluşturulduğunda atılımlarını yapıyorlar. 2010 yılında Ortadoğu’da uygulamaya geçirilen ve BOP olarak anılan tasarım yürürlüktedir! Irak, Libya, son olarak Suriye din, mezhep, etnik kimlik üzerinden bölünmüş ve İran hamlesi de yapılmıştır, sıra Türkiye’dedir. Devlet Bahçeli’nin, 22 Ekim 2024 tarihinde yaptığı Öcalan çağrısı ve sonrasındaki gelişmelerle Öcalan’ın, 27 Şubat 2025 tarihli “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı”, anılan toplu durumdan bağımsız düşünülmemelidir! 1999’da, albay H. Atillâ Uğur tarafından yapılan ilk sorgusunda açıkça; ‘İngiltere ve ABD tarafından kullanıldım, onlara hizmet ettim. Size de hizmet edebilirim!’ diyen Öcalan’dan nasıl bir güvence alınmıştır? Bildiri metninde yer alan, yargı ve suçlamaların çözümlemesi iyi yapılmış mıdır? “Silahların Teslimi” olarak adlandırılan tiyatral gösteriden iki gün önce (09.07.2025), yine İmralı’dan gelen görsel açıklamada bu kez; “Örgüt, ulus devlet amacından vazgeçmiş, varlığını sona erdirmiştir.” vurgusu mu daha inandırıcı bulunmuştur? Belki de 11 Temmuz günü, Süleymaniye yakınlarındaki Casene Mağarası’nda sahnelenen son tiyatral perdede bir kez daha yinelenen bu sözle birlikte, kazanda yakılan 30 adet keleş yeterli olmuştur, kim bilir! ABD Büyükelçisi Thomas J. Barrack’ın, 29 Haziran’da İzmir’de yaptığı konuşmada; “Osmanlı millet sistemi”ni övdükten sonra, Ortadoğu’nun barış ve istikrarı için model olarak önermesinin, doğrudan Sevr çağrısı olduğu anlaşılmıyor mu? Peki, DEM Parti Eş Genel Başkanı Bakırhan’ın, 1924 Anayasası’nı yererek “yüz yıllık statüko kaos yarattı” demesi de mi anlamsız bulunuyor?
Hayır, bütün bunlar aymazlık sayılamaz! Her şey görülüyor, anlaşılıyor ve iyi biliniyor! Barış ve terörsüz Türkiye (ki istemeyen yok!) söylemi eşliğinde ve bile isteye cehennemin taşları döşeniyor! İçeriye dönük siyasal çıkarım, önceliklidir. Umulan; gizemli pazarlıklarla kotarılacak yeni bir anayasa ile mevcut otoriter yönetim düzenini pekiştirmek ve tükenmiş bir iktidarın ömrünü uzatmaktır. Zaten Erdoğan da “tarihi konuşma” etiketi ile günlerce parlatılan 12 Temmuz günlü Kızılcahamam konuşmasında; Barrack’ın, “millet sistemi” önerisinin önünü açmış, “biz, bu yolu AKP, MHP ve DEM üçlüsü olarak birlikte yürüyeceğiz” diyerek yalın gerçeği açığa vurmuştur. Büyük fotoğrafın gösterdiği budur, gerisi lafügüzaf (boş söz)! Ayrıca, “anti emperyalist” ve “anti kapitalist” olmadan ne milliyetçi, ne solcu ne de sosyalist olunabilir! Bu ideolojik gerçekliği perdelemeye çalışmak gereksizdir.
Lozan ve Cumhuriyet’e karşı hesaplaşmanın içeride ve dışarıda bu denli ivme kazanmış olması, antlaşmanın 102’inci yıl dönümünü bugün daha anlamlı kılmıştır. İyi bilinmelidir ki Müdafaa-i Hukukçular, Kuvay-ı Milliyeciler, Kemalistler ve Lozan’ın, kendi varlık nedeni olduğunun bilincinde olan tüm Anadolu insanı bu yıkıma geçit vermeyecek ve bir yüz yıl sonra Lozan üzerinden kurgulanan bu yeni ümmetçi emperyal tuzağı da bozacaktır!