Sadık Çelik
Sadık Çelik sadik.celik.gorus@gmail.com Son Yazısı / Tüm Yazıları

Boşvermişlik Yangınları: Teğmenlerin İhracından Otel Trajedisine Bir Toplumsal Duyarsızlığın Anatomisi

06 Şubat 2025 Perşembe

Toplumsal rahatsızlıkların sancılı ve yakıcı ikliminde, günlük yaşamın rutinleri arasında sıkışıp kalan bireysel sesler, günbegün cılızlaşıp boşvermişliğin serin gölgesine sığınıyor. 

Boşvermişlik hali, aslında bireysel düzeyde başlayan ve zamanla çevresine de yayılan bir tutum olarak karşımıza çıkıyor. Kişinin kendi yaşamına karşı aldırmaz tutumu, önce kendisiyle olan ilişkisine, sonra ailesi ve çevresiyle olan ilişkilerine sirayet ediyor. İnsanlar, hayatlarının kontrolünü ele almak yerine, sorumluluklarından kaçmayı tercih ettikçe, bu durum pejmürde bir yaşam anlayışına ve sorumsuz davranış kalıplarına dönüşüyor. Aile içinde ve bireysel hayatta görev ve sorumlulukların yerine getirilmemesi bu boşvermişlik halinin en belirgin göstergeleri arasında yer alıyor.

Bu süreç, yalnızca günlük rutinleri değil, bireyin yaşam kalitesini ve ilişkilerinin derinliğini de olumsuz etkiliyor. Aldırmazlıkla harmanlanmış bu türden bir yaşam tarzı, kişinin kendine ve çevresine olan saygısını azaltıyor, bu da bireyin sosyal ve duygusal bağlarının zayıflamasına yol açıyor.

Bu hastalıklı sessizliğin, boşvermişliğin arka planında, siyasi ve ekonomik baskıların yanı sıra, bir o kadar da psikolojik baskının derin izleri yatıyor. Toplumsal sindirilmişlik, bu baskıların ve kaygının en somut yansıması olarak karşımıza çıkıyor ve kişisel ifade özgürlüğünü yutuyor... 

Düşüncesini özgürce ifade etmek, hak olmaktan tehlikeli bir “lüks” olmaya evrilmiş durumda. “Ağzımdan çıkanlara dikkat etmeliyim” kaygısı, yaşadığımız topluma dair yapmak istediğimiz her yorumu, dile getirmek istediğimiz her hissi gölgeliyor. 

Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran, Türkiye Cumhuriyeti ordularının başkomutanı olan Mustafa Kemal’in askerleri olduklarını haykıran 5 teğmen, 1 albay, 1 yarbay ve 1 binbaşının, neredeyse darbeci ilan edilmek suretiyle skandal bir şekilde ordudan atılması ve bu “kindar” kararı kabul eden, onaylayan, hayata geçiren, elle tutulur bir tepki vermeyen herkesteki o dehşet verici boyun eğmişlik, boşvermişlik hali…

Siyasi çekişmelerle iç içe geçen, hiç gereği yokken iktidarıyla muhelefetiyle siyasallaştırılan disiplin süreci, siyasi hesaplaşmalara alet edilen, ideolojilere maşa olan adaletten uzak kararlar…

Dünyanın en zorlu eğitimlerinden başarıyla geçen, özellikle 15 Temmuz sonrası, askeri okullara en geniş eleklerden düşmeyerek girebilmiş, vatan savunması için, ulusal güvenlik için, bir karış vatan toprağını korumak uğruna düşünmeden canını ortaya koymaya hazır, bayrağın, milletin, toprağın ve Atatürk Cumhuriyeti’nin teminatı, ordunun beyni, “Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesini savunarak, barışın ve istikrarın muhafızı olan, bağımsızlıkçı, aydınlanmacı ruhlarıyla geçmişten bugüne bu vatanın ışığı olan bu genç komutanların ihraç kararı, onların ve ailelerinin içine düşürüldüğü, emekli maaşından bile mahrum bırakan bu aşağılayıcı durum, kimin içine siniyor olabilir… Onları bu şekilde kenara itmek, bir kalemde silmek vatan sevdasıyla yanıp tutuşan yüreklere sığıyor mu?

Anadolu toprakları dün olduğu gibi bugün de emperyalizmin kuşatması altındadır. Tam da bu nedenle bu bölgede güçlü bir orduya sahip olmak ihtiyaçtan öte bir zarurettir. Genç ve başarılı teğmenleri, o kutsal ocağın mensuplarını gücendirmemek lazım. Orası, Mustafa Kemal’in ocağıdır… Onun askeri olmayıp da kimin askeri olacaklar? 

Atatürk bizim kurucumuzdur, ulu önderimiz, ebedi başkomutanımımzdır. Her yıl kara harp okulu açılış töreninde yapılan geleneksel yoklamada, Mustafa Kemal’in öğrencilik numarası olan 1283 okunurken tüm Harbiyeliler hep bir ağızdan “içimizde” derler, kalbimizde… 

Anlaşılan o ki, Atatürk sevgisinin sadece içimizde kalması isteniyor, olabildiğince derinlerde, ortaya çıkamayacak, unutulacak kadar aşağılarda bir yerde. Ona da boşverelim istiyorlar…

Diğer yandan, bu olay, ülkenin kurucu değerleriyle olan bağını sorgulatan bir ayna görevi görüyor. Öyle ki Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet değerlerine bağlılık neredeyse suç sayılır hale geldi… İnanılır gibi değil ama toplum buna hem inanır, hem de kabullenir durumda. Yükselmesi gereken kitlesel seslerin yerini derin, boğucu ve kulak tırmalayıcı bir sessizlik almış…

Bu, toplumsal boşvermişliğin en tehlikeli yüzü olabilir: Toplumsal, ortak değerlerden vazgeçmek, tarihi unutmak ve geleceği ipotek altına almak...

***

Gazetecilerin, televizyon programcılarının, hatta oyuncuların, hatta menajerlerin, tarihin herhangi bir noktasında, herhangi bir biçimde iktidara muhalif bir duruş sergiledikleri ve tükürdüklerini yalamadıkları için göz altına alınabilirlikleri... Ve bunun normalleşmesi, artık kimseyi şaşırtmaması, hatta önemsenmemesi... İşte toplumsal yorgunluğun, bıkkınlığın, tükenmişliğin göstergesi… 

Her geçen gün biraz daha sıradanlaşan bu psikolojik şiddet ortamı, toplumsal kaygıyı ve tedirginliği besliyor. Toplumu derin bir güvensizliğe sürüklüyor. İşte bu güvensizlikten sıyrılmak için de insanlar boşvermişliğe sığınıyor.

Güvensizlik, sosyal katmanlar arasındaki ilişkileri derinden zedelerken, giderek artan ayrışma samimiyeti de tehdit etmeye başlıyor. Artan kutuplaşma, insanları yarınından emin olamayan bir topluluk haline getiriyor. Tüm bu ayrışmadan fayda sağlayan birilerinin olduğu gerçeği ise bir o kadar ürkütücü.

Ortak anlayışın erimesi, toplumun birlik ve bütünlük duygusunun da sönümlenmesine yol açar. İncelen sosyal bağlar, duyarlılığı azaltır, toplumu daha da yalnızlaştırır. İşte boşvermişliğe çıkan bir tali yol daha… 

İlgisizleşen toplumlarda bireyler, doğruyu yanlıştan ayırt etme yetisini kaybettikçe, her türlü dayatmaya daha açık hale gelir. Boşvermişlikten beslenen tembellik, sorgulama yetisini köreltir, bireyler pasifize edilir. Manipülasyon kolaylaşır, baskıcı rejimlerin mimarları için verimli bir alan açılmış olur. 

Doğru olsa da, olmasa da her söyleneni onaylama, duyarsızlık rüzgarıyla eritme eğilimi tüm dengeleri boşa çıkarır. Birileri boşverdikçe, ilgilenmedikçe “neme lazım, bana ne, bana dokunmayan yılan bin yaşasın” dedikçe siyaset de başkalarına kalır… O başkaları oturdukları koltuklara yapıştıkça yapışır. Boşverenler, “bana ne!” diyenler ise “kararsız seçmen” sınıfına eklendikçe eklenir.

Her gün yine ve yeniden gündem, evlere ateş, yüreklere kor düşüren haberlerle dolup taşar, trajediler zinciri boğazımızı sıkarken, bir felaket bitmeden ötekisi başlarken işlemeyen, çürümüş, kokuşmuş sisteme aklıyla, vicdanıyla, duyarlılığıyla denge getirmesi gereken yurttaş tepkilerinden eser olmaması bundan… 

Örneğin, alınması gereken hiçbir güvenlik önlemi alınmadan yıllarca faaliyet gösteren bir otelde yaşanan yangın faciası, ihmaller zincirinin trajik bir neticesi olarak 36’sı çocuk, 78 masum insanın hayatını kaybetmesine neden oluyor.

Belki iki damla gözyaşı döküyor, belki kısa bir süre yas tutuyoruz ama sonra sessizce yerimize oturuyoruz. Sorgulamaktan kaçınıyor, hızla unutmaya çalışıyoruz. Bizi yönetsinler, can güvenliğimizi sağlasınlar diye oy verdiğimiz yöneticilerden hesap sormamız gerekirken… Sorumlular arasında top çevirilirken, günler geçiyor ve hayat, her zamanki absürd normalliğine dönüyor.

Toplum olarak nasıl duyarsızlaştığımızın, nasıl pasifize edildiğimizin acı bir göstergesi. Toplumsal sorumluluklarımızı ihmal etmek, felaketler karşısında geçici yaslar tutup sonra günlük rutinimize geri dönmek, bizi daha da bölünmüş, yönlendirilmeye açık, kolektif bir uyanış ve aktif sorgulamadan uzak bir konumda kaskatı bırakıyor.

Halbuki “Kötülüğe karşı ilgisizlik, kötülükten daha sinsi bir haldir. Toplumda kötülüğün kabul edilebilir hale gelmesine sessiz bir onay sağlar.”

Sağlıklı toplumlar, duyarlı, umutlu, güvenli ve sorgulayan bireylerle inşa edilir. Toplumdaki "boşver" anlayışı, umutsuzluğun, duyarsızlığın ve mutsuzluğun bir göstergesi olarak, sağlıklı toplum yapısının çöküşüne işaret eder.

Bir zamanlar bilgeliğin ana yurdu olan bu coğrafyada bilimin temel taşı olan şüphecilik ve sorgulama öldürülen akıl ile birlikte yok olup gider. Aklın ve duyarlılığın olmadığı yerde ahlak durur mu, o da ölür ve toplum bölünmeye yüz tutar.

“Aklı öldürürsen ahlak da ölür.

Akıl ve ahlak öldüğünde millet bölünür.”

****

Silahla, bıçakla, kılıçla, testereyle kesilerek, yakılarak, gökdelenlerden atılarak, boğularak, tecavüz edilerek, her gün biraz daha vahşice öldürüldük; sustuk…

Narin cinayeti ile aklımızı yitirdik, Sıla bebek ile sinir uçlarımızı biledik… Sustuk.

(Oyun alanlarında ya da okul koridorlarında başlayan zorbalık olgusu, derinlerdeki kökleri sayesinde bireyin gelişim evreleri ile toplumun farklı katmanlarında, farklı biçimlerde kendini gösteriyor. Bu olgu kimi zaman kendinden küçük bir çocuğa zulmeden başka bir çocuk olarak kimi zaman ise toplumsal, siyasal herhangi bir kurum içinde baskı kuran, zorbalık yapan bir yetişkin bedeninde canlanıyor. Sosyal becerileri, empati kurma yetenekleri ve özsaygıları olmayan bireylerin zorbalık davranışları ikili ilişkilerden başlayarak siyasi arenalar da dahil olmak üzere çeşitli sosyal yapılar içinde süregidiyor. 

Örneğin, siyasi partilerde veya yerel yönetimlerde, belediye meclis üyeliklerinden sanayi ve ticaret odalarına kadar her türlü yapının içinde adeta kök salan, söz konusu kurumları zorbaca bir baskı altında tutan kişiler buna bir örnek… Bu durum, zorbalığın sadece fiziksel ya da sözel olmadığını, aynı zamanda güç dinamiklerini manipüle ederek baskın bir konumda kalmak için kullanılan bir araç olduğunu da gösteriyor.)

Depremde hırsız müteahhitlerin diktiği kağıttan yapıların altında can verdik; sustuk.

Misafirinden gecelik otuz bin alan ama üç kuruş masraf olacak diye en hayati güvenlik tedbirlerini almayan vicdan yoksunu insanların otelinde çoluk çocuk yanarak can verdik, toplumsal depresyona sürüklendik; sustuk. 

Yanlışa yanlış dediler, iktidarla hem fikir olmadıklarını dile getirdiler, program yaptılar, yazı yazdılar, konuştular ve göz altına alındılar, tutuklandılar, işlerinden, yurtlarından oldular; sustuk…

Toprak bütünlüğümüzü, sınırlarımızı, haklarımızı, varlığımızı borçlu olduğumuz bu ülkenin kurucusunun askerleri olduğunuzu haykırdık diye ihraç edildik; sustuk. 

Bugün yaşadığımız toplumda boşvermişlik, sadece bireysel bir ihmalkarlık ya da duyarsızlık değil, aynı zamanda toplumun bütününü saran, kök salmış bir hastalıktır. Bu hastalık, kişisel ve kolektif düzeyde sorumluluk duygusunu erozyona uğratır, toplumsal bağları zayıflatır ve koca bir toplumun geleceğini ipotek altına alır. Her birimiz, bu durumun sadece farkında olmakla kalmamalı, aynı zamanda bu kötü alışkanlığı kırmak için aktif adımlar atmalıyız.

Eğer toplum olarak duyarsızlığı ve pasifliği kabullenirsek, bu, sadece bugünümüze değil, aynı zamanda gelecek nesillere miras bırakacağımız dünyaya da zarar verir. Duyarlılık, umut, güven ve sorgulama yeteneği, sağlıklı toplumların temel taşlarıdır. Bu yüzden, yaşanan her olayda, her krizde sorumluluk almak, sorgulamak ve sesimizi yükseltmek zorundayız. Ancak bu şekilde daha adil, duyarlı ve sosyal bağı güçlü bir toplum inşa edebiliriz. 

Toplumsal değişim ve iyileşme, ancak kolektif bir uyanış ve aktif katılımla mümkündür. Bu uyanışa öncülük etmek, her birimizin boynunun borcudur. 

"Adaletsizlik karşısında tarafsız kalmak, zulmedenin tarafını seçmektir.”

SADIK ÇELİK

sadikcelik.gorus@gmail.com



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları