Zeynep Miraç

Devletle özgür aklın kavgası

17 Ocak 2016 Pazar

Çıkan kısmın özeti: 10 Ocak tarihinde 1128 akademisyen “Bu suça ortak olmayacağız” başlığı altında bir bildiri yayımladılar.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan bildiriye şu sözlerle karşılık verdi:

“Kendilerine güya akademisyen diyen bir güruh çıkıyor. Terör örgütünün eylemlerine karşı topraklarını savunan devletine dil uzatıyor.

“Bugün de üstelik maaşını devletten alan, ülke ortalamasının oldukça üstünde refah seviyesinin üstünde sözde aydınların ihanetiyle karşı karşıyayız.

“Ama bu aydın müsveddeleri kalkıp devletin bir katliam yaptığından bahsediyor. Ey aydın müsveddeleri siz karanlıksınız karanlık, sizler ne Güneydoğu’yu ne Doğu’yu, buraların adresini bilemeyecek kadar karanlıksınız.”

Türkiye’de devletin akademisyenler ve aydınlarla başının hoş olmadığı yeni bir haber değil. Soruşturmalar, kovalamacalar, yargılamalarla dolu çetrefilli bir tarih var geride...

Şimdi, 2016 Türkiye’si de benzer bir gündemi taşıyor. Bildiriye imza atan akademisyenler hakkında soruşturma açılıyor, gözaltına alınıyorlar. Tarih tekerrür ediyor. Ancak “kanlarının oluk oluk akıtılmasıyla” tehdit edilmeleri ilk kez yaşanıyor. Sabıkalarını burada saymayı fuzuli bulduğum Sedat Peker, imzacı akademisyenlere “Akan kanlarınızla duş alacağız” diyor ve hiçbir resmi yetkilinin gıkı çıkmıyor. Bu da ‘Yeni Türkiye’nin farkı olsa gerek!

 

DTCF tasfiyeleri

Dönelim tarihe....

Yıl 1945... Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi (DTCF) dekanı Prof. Dr. Enver Ziya Karal, Milli Eğitim Bakanlığı’na bir rapor yazar. Doç. Behice Boran, Doç. Pertev Naili Boratav ve Doç. Niyazi Berkes’in siyasi görüşü sakıncalı bir dergiyle bağlantısından söz eder. Bu dergi, Zekeriya Sertel’in Görüşler adlı dergisidir. Boran, Boratav ve Berkes zaten mimlidir; Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel’e şikâyet edilmiş, üniversiteden uzaklaştırılmaları istenmiştir. Tek parti dönemidir, Türkiye Soğuk Savaş’ta oyunu komünizm düşmanlığından yana kullanmıştır. Haliyle komünistlik en büyük ithamlardan biridir; Boran, Boratav ve Berkes de bu ‘illet’ten mustariptir. Üçü de üniversiteden alınıp bakanlık emrine geçerler. Danıştay’a başvurup bu kararı geri aldırırlar.

Bu geri dönüş, milliyetçi öğrencilerin canını sıkar. Hemen Milli Eğitim’e başvururlar; bu da yetmez, Boratav’ın konferans salonunu basar, dönemin rektörü Şevket Aziz Kansu’ya zorla istifa mektubu imzalatırlar. Kansu odasından ancak polis korumasında çıkar. Öfkeli gençler ise hızını alamayıp solcu gençlik derneğini basar.

Boratav, Boran ve Berkes yargılanır; görevi kötüye kullanmaktan ceza alırlar. Yargıtay kararı bozar. CHP bozulan karar karşısında yeni bir hamle yapar: 5 Temmuz 1948 günü TBMM’de görüşülen tasarıyla bu öğretim üyelerinin kadroları kaldırılır.

Pertev Naili Boratav, tasfiyeleri anlatan “Üniversitede Cadı Avı” kitabına şu cümleleri yazarken sözlerinin 68 yıl sonra taptaze kalacağını düşünmüş müdür acaba?

“Bizim yaşadıklarımız, bence, Türkiye’nin siyaset, hukuk ve üniversiteler tarihine bir yüz karası olarak geçecek acı ve öğretici özellikler de taşıyor. Türkiye bizimkine benzer cadı kazanlarının kaynatıldığı başka dönemlerden de geçti ve bizden sonra da, benzer acı tecrübeleri yaşayan başka bilim insanları da oldu. Bu nedenlerle, bizler istisnai bir dönemde kazaya uğramış insanlar değildik..”

 

Kara cüppeliler

CHP’ye muhalefet etmek isteyen Demokrat Partililer DTCF tasfiyelerine karşı çıkarlar ama çok değil beş yıl sonra devlet ayarlarına dönmüşlerdir bile. 1953 ve 1954 yıllarında çıkarttıkları yasaların içeriğine bakılırsa DP’nin bu tasfiyelerden bir ders çıkardığı ve işi TBMM’ye bırakmamak için önlem aldığı görülür. 6185 sayılı yasayla “politik yayınlar ve açıklamalar yapmak” suç olarak tanımlanır; cezası öğretim üyeliğinden çıkartılmaktır. 6435 sayılı yasa ise Milli Eğitim Bakanı’na öğretim görevli- Bu yeni yasaların mağdurlarından biri –bugünkü bildiriyi imzalayanları ‘mütareke döneminin işgal altındaki İstanbul’unun sözde aydınlarının kalıntıları’ olarak niteleyen Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu’nun büyükbabası- Prof. Dr. Turhan Feyzioğlu olur. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi’nde bir hocaya profesör kadrosu verilmeyince “Asla nabza göre şerbet sunan, kötüye, zararlıya fetva veren birer sözde münevver haline gelmeyelim” eleştirisini getirir. Cezası, üniversiteden uzaklaştırılıp bakanlığın emrine alınması olur. Adnan Menderes’in hükümet aleyhine görüş bildiren üniversite üyelerini “kara cübbeliler” olarak tanımlaması da DP iktidarının akademiye bakışının özeti gibidir.

 

147'likler

27 Mayıs 1960 darbesinin ardından akademisyenler bu kez Milli Birlik Komitesi’nin hedefindedir. Aralarında Ali Fuat Başgil, Sabahattin Eyüboğlu, Yavuz Abadan, Nusret Hızır, Tarık Zafer Tunaya, Minâ Urgan’ında bulunduğu 147 öğretim görevlisi 114 sayılı yasayla görevden uzaklaştırılır. MBK üyeleri kararın üç ay süren incelemeler sonucunda alındığını, göz önüne alınan kıstasları açıklamakta “bir fayda görmediklerini”, sebepleri açıklamanın bu kişileri “müşkül durumda bırakacağını” söylerler. Açıklanan, kıstasların arasında ilmi yetersizliğin de bulunduğudur. Daha sonra gerekçeler arasında ‘tembel, yeteneksiz ve reform düşmanı’ sözcüklerine rastlandığı yazılacaktır. Kararı protesto eden birçok rektör ve öğretim üyesi görevinden istifa eder. 147’liklere 1962 yılında çıkarılan yasayla geri dönüş hakkı tanınır.

 

1402'likler

“Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı’nın 07. 02.1983 tarihli yazılarına uyularak 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunu’nun 2301 ve 2766 sayılı kanunla değişik 2. maddesi gereğince görevinize son verilmiştir. Bilgilerinizi saygı ile rica ederim.” 1402’liklerin hikâyesi, bu cümlelerle başlar. 12 Eylül 1980 darbesi olmuş, 1982 Anayasası referandum sonucunda kabul edilmiş, Kenan Evren devlet başkanı olmuştur. Ülkenin “yeniden düzenlenmesi” şarttır, buna kamu personeli de dahildir. 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunu’nun 2. maddesine eklenen fıkrayla sıkıyönetim komutanlarının sakıncalı bulduklarının işine son verilmesinin yolu açılır. Türkçesi: Cuntaya biat etmeyen devlet memurlarına yol görünür. Aralarında 148 öğretim görevlisi de vardır.

 

'Ne yapayım böyle aydını?'

Darbenin ruhu bütün şiddetiyle ülkenin üzerinde gezerken 1984 yılında Aziz Nesin bir metin kaleme alır: “Türkiye, henüz atlatamadığı en ağır bunalımlarından birini yaşamaktadır” diye başlayan metin, “Kuşkusuz, bu büyük bunalımdan toplumumuzun bütün kesimleri, katmanları ve görevlileri ortaklaşa sorumludur. Biz Türk aydınları, eksiklerimizin ve sorumluluğumuzun öneminin ve önceliğinin bilincindeyiz. Bu bilinç, bize toplumumuzun sağlıklı ve güvenli bir düzene geçişiyle ilgili görüşlerimizi açıklama görev ve hakkını vermektedir” diye devam eder ve ülkede yaşanan insan hakları ihlallerine karşı koyar.

1383 kişinin imzaladığı metin, tarihe Aydınlar Dilekçesi olarak geçer. Kenan Evren bildiriye teşekkür edecek değil ya, İstanbul Sıkıyönetim Savcılığı bütün imzacılar hakkında soruşturma açar. Evren de Manisa’da yaptığı konuşmada imzacıları vatan haini olmakla suçlar: “Ne yapayım ben böyle aydını?”. Cevap Aziz Nesin’den gelir: “Biz, Evren bizi bir şey yapsın diye aydın değiliz”.

Malumunuz, zor oyunu bozar. Dilekçeyi imzalamış bazı isimler pişmanlıklarını bildirirler. Fikret Hakan, “Kahvede pişpirik oynarken, okumadan imzaladım” diyecektir. Öztürk Serengil ise anayasaya evet dediğini hatırlatıp sosyal konut dilekçesi sandığını belirtir. İmzasının neden talep edildiği ayrı tartışma konusu olan İbrahim Tatlıses de toplu konut dilekçesi sanıp imzalamıştır, pişmandır.

YÖK dilekçeyi imzalayan pek çok öğretim görevlisini üniversiteden uzaklaştırır, dilekçenin milli menfaatlere karşı geldiği gerekçesiyle haklarında soruşturma açılır.

Yıllar geçer, bu kez 28 Şubat 1997 “postmodern darbe” sürecinde yine akademisyenler hedefe konur. “İrtica” en büyük tehlikedir; “bu tehlikeye yol açan” akademisyenler üniversiteden uzaklaştırılır.

Ve şimdi, yıl 2016.... Ben yazarken sıkıldım, muhtemelen siz de okurken sıkılmışsınızdır. Ama belli ki devlet sıkılmıyor. Dönen devranlara, değişen iktidarlara rağmen akademisyenden, aydından zihnini kilitleyip anahtarını kendisine vermesini bekliyor. Oysa “Özgürlük ağır bir yüktür”, Ursula K. Le Guin’in dediği gibi, “ruhun yüklenmesi gereken büyük ve garip bir sorumluluk. Kolay değildir. Verilen bir armağan değil, yapılan bir seçimdir; bu seçim de zor bir seçim olabilir.”



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Kendine müslüman 25 Haziran 2016

Günün Köşe Yazıları