Levent Kırca olsaydı, o da dosyaları fırlatırdı
Çiğdem Bayraktar Ör
Son Köşe Yazıları

Levent Kırca olsaydı, o da dosyaları fırlatırdı

28.11.2025 04:00
Güncellenme:
Takip Et:

Fatih Altaylı’nın tutukluluğuna karar verildi. Hem de 4 yıl, 2 ay hapis cezası kesilerek… Neden? Cumhurbaşkanını tehdit etmekten. Vicdanları sızlatan, kanatan, herkesin tepkisini çekmesi gereken karar ve gerekçesi bu. Son dönemde sesi en etkili, nitelikli, verimli çıkanlardan biriydi Fatih Altaylı. Malum, bir internet mecrasında yaptığı yayınları milyonlar izliyordu. Oradaki muhalif tutumunda aklı referans alan bir yaklaşım hakimdi. Ülkenin geldiği, getirildiği hali net bir biçimde gözler önüne seriyor, kararsız davranmıyor, olması gerekeni olanın üzerine giderek çözümleriyle birlikte veriyordu. Yıllarca yayın yaptığı ana akım medyadan ayrılışının iktidarca ‘dayanılamayan’ özgürlüğünü ortaya koyuyordu. İnsan hakları temelli, ideale saygılı, demokrat ve çağdaş bir bakış açısıyla yayınlarını gerçekleştiriyordu.

​Peki, daha önce de böyle miydi? Hayır! Onu en çok izlenen programlardan birinde, ‘laiklik’ ilkesinin görünmez kılmak istediği cübbelileri, takkelileri ekrana ziyadesiyle taşımasıyla eleştiriyorduk. Bir ekran klasiği haline gelmiş programına, malum şahısları çıkardıkça onlara alan açıyor; bizlere birer gulyabani imajında görünen bu tarikatçıların seslerini milyonlara ulaştırıyordu. Bunlardan en çok bilineni esprileriyle trend topic bile oluyordu üstelik…  Sanki, insanoğlunun yaşam değerlerine kasteden şeriat rejimini önerirken, Devrim Yasalarını çiğnerken, Anayasayı düpedüz ihlal ederken izledik onu. Böylece Altaylı, kökü dışarıda olan bu aparatları görünür, önemsenir kıldı. Herkesin nitelikli ve çok eğitimli, gerçek bir okur-yazar olduğu bir ülkede yaşıyor olsaydık, elbette bunlar da konuşsun derdik, ama ne yazık ki öyle bir ülkede yaşamıyoruz. Kaldı ki; zaten ideal bir Cumhuriyet yönetiminde böyle sarıklılar, cübbeliler de meydana çıkamazdı. Özetle Altaylı; çok izlenen, çok bilinen ‘ana akım’ medyanın lokomotif programlarından birini yaparken; tehlikeye giren rejimin, ilke ve devrimlerin, adaletsizliklerin, hukuksuzlukların, işsizlerin, yoksulların konuşulması gerektiği zamanlarda bu hiç duyulmaması gereken kimselere ekranını açtı; kendilerini tanıtma, kitlelerini büyütme, müritlerini artırma fırsatı verdi.

KÖTÜLÜKLER SERİSİ

“Bir zamanlar Ergenekon adında bir terör örgütü varmış.” Neredeyse böyle başlamıştı her şey. Komplonun hedefi ve amacı adından anlaşılıyordu aslında. Sözde terör örgütünün, Türklerin varoluş mitlerinden biri olan Ergenekon Destanı’na atfen nitelenmesinden belliydi. Böyle anılan bir operasyonun altından kimlerin çıkacağı da açıktı. Türk ulusunun varlığına, varlık biçimine, hukuk düzenine kasteden tehlikeli, korkunç bir komplo süreci yaşadık, gördük. Fetöcülerin herkesin gözleri önünde sıkılmadan, utanmadan, vicdansızca kararttığı hayatları izledik hep birlikte, senelerce… Altaylı, yine güçlü bir dönemindeydi tüm bunlar yaşanırken. Ünlü tv programı, gazetede köşesi, etkin sosyal medyasıyla gündeme dair yorumları izleniyor, paylaşılıyor, bazılarınca benimseniyordu. Peki, Fatih Altaylı Ergenekon sürecinde olanlara karşı çıktı mı? Pek sayılmaz. Ilımlı bir bakıştaydı.  Gerçekleri görmesi için epeyce bir zaman geçmesi gerekecekti. O, ‘hiç kandırılmayan’ olmadı ne yazık ki…

​Bir derin devletin olduğunu kabullendi, onunla hesaplaşmayı normal gördü. Altaylı köşe yazısında “Ancak dikkatli bir gözle okunduğunda, birilerinin gerçekten bir darbe planladığını görebiliyorsunuz”, diyordu. Ve sözde Ergenekon Terör Örgütü’nün darbe maksatlı iki imzasız ‘gizli mektubunu’ paylaşıyordu. Bu köşe yazısını kaleme aldığı 2009 senesini, sözde Ergenekon örgütünün ilk tutuklularından Kuddusi Okkır göremedi. Hapishane şartlarında yakalandığı kansere yenik düştü. Dolayısıyla; Altaylı’nın paylaştığı bu kimliksiz gizli mektupları okuyamadı. Okkır’ın ölümünden duyduğu üzüntüyü seneler içinde defalarca dile getirdi. Ama onu ölüme götüren sürece resti çekmediği de hiç unutulmadı.

​Fatih Altaylı, sözde Ergenekon Örgütü’nün varlığını olası gördüğünü yazdığı sıralarda, Ustaların Ustası İlhan Selçuk evinden alındı. Ona yapıştırılan suç, “Silahlı terör örgütü kurma, yönetme, zorla hükümeti ıskata teşebbüs, T.C. hükümetine karşı silahlı isyana tahrik” ti. İddianameye göre “Sözünün dinlenen, ağırlığı olan bir kişi” olması Selçuk’un suçunun neredeyse kanıtıydı. Duayen gazetecinin yönlendirici etkisi, Ergenekon örgütünün amacına büyük yarar sağlıyordu. Altaylı yine çekinmedi ve “Pislik, pisletir” başlıklı bir yazı kaleme aldı. “Türkiye’de yıllardır üzerine gidilmeyen pek çok pisliğin üzerine gidilmeye başlandığının farkındayım, burada amacın bir bölümü muhalifleri susturmak olsa da sonuçta yargı eğri ile doğruyu ayırt edecektir.” diye yazdı. Ve soruşturmanın doğru ellerde doğru sonuç vereceğini ve tabii yargıya nasıl güvendiğini de yazısına eklemişti. Yine de aynı yazıda, savcıyı İlhan Selçuk’a sorduğu sorular üzerinden eleştirmiş, böyle bir gündem içinde doktorlarının bypass kararı aldığı İlhan abisine şifa dileyerek yazısının bu kısmını bitirmişti.

​Atatürkçü aydınlar birer birer sorgulanıyordu. İlerlemiş yaşı ve ağır seyreden hastalığına aldırmadan Türkan Saylan’ın evi basıldı. Hakkında 30 yıl hapis istenen ‘hocaların hocası’ çok değil, bundan 1,5 ay sonra öldü. Birkaç gün sonra kalp krizi riskiyle yaşayan Mehmet Haberal da gözaltına alındı ve sonrası malum…  

​Altaylı, bütün bu gelişmelerden sonra yavaş yavaş önceki kararlarını gözden geçirmeye, Ergenekon sürecini iyice tartışmaya başladı. Yapılan baskıları, gözaltına alınanları gördükçe eleştirdi. Balyoz Kumpası’nda akılla, mantıkla dalga geçen ucube deliller ortaya dökülünce artık sabır iyiden iyiye taşmıştı. Altaylı’nın eleştiri dozu da giderek sertleşti:

“Dijital delillerin çoğu sahte.

Zaman damgaları uymuyor.

Bu delillere göre insan hapse atılmaz.”

​Altaylı bunları söylerken hala ana akım medyadaydı. Hala çok popüler bir tv programı yapıyordu, hala etkili bir köşesi vardı, hala gündeme katkısı büyüktü. Başlangıçta; Ergenekon’a iktidar araçlarıyla bakarken, bunun bir ‘arınma’ olabileceğini düşünmüştü. Ama zamanla Fetöcülerin hazırladığı iddianameler, delil niyetine uydurduğu yalanlar, iftiralar, hak ihlalleri teker teker gözler önüne serilince ve arka plandaki ‘düşman’ niyetini iyice gösterdikçe, O da yönünü olması gereken yana doğru daha keskin çevirdi: Atatürk’ün Cumhuriyeti’ne. Toplum hafızasında ve vicdanında derin yaralar açan bu kumpasları “Türkiye’nin en büyük hukuk skandallarından biri” olarak nitelendirdi.

​Benzer bir dönüşümü, sözde Demokratik Açılım; özde, Habur rezaleti gibi olaylarla Türk ulus kimliğine sabotaj olarak değerlendirebileceğimiz süreçle ilgili de gösterdi.  Başta “Kürt Meselesi vardır, çözülmedir”; dedi. Sonra, Türk ulusunu rencide etmeye giden yöntemi eleştirdi. PKK’yı ön plana alan bütün yaklaşımları reddetti.

​Muhaliflerin zorbalandığı, dışlandığı, işsiz kaldığı, hakarete uğradığı yıllar boyunca, genelde işi ve makamı olan, “ana akım medya”da yerini yıllarca sabitleyen Fatih Altaylı’yı bir biçimde mevcutla uyumlu gördüğümüzde, iktidarın hatalarına gözlerini kapattığını düşündüğümüzde; muhalefet ederken de tavrını “net ve cesur” ya da “yeterince muhalif” bulmadığımızda eleştirdik hep birlikte. Ancak; beklediğimiz eleştirileri yaparken de Altaylı’nın yine merkez medyada olduğu anımsanmalı elbette.

Ayrıca; Anayasa tartışmalarındaki tutumu da asla unutmamalı. Anayasa’dan ülkemizin kurucu ruhunu yok etmeye yönelik her türlü değişikliği sert bir biçimde reddettiğini, “Atatürk’ü hissettiren maddelerin” kaldırılamayacağını savunduğunu da not edelim vicdanlara.

​Bugün ona yaşatılan, muhalefete gösterilen zalimliktir. Hukuk ve adaletin herkese gerektiğini söylemeye, hatırlatmaya zaten gerek yok.

​Levent Kırca’yla tartışırken tarafımız Kırca’ydı. Kırca’nın tarafı da Silivri’deki siyasi mahkumlardı. Bugün Levent Kırca yaşıyor olsaydı, kesinlikle Fatih Altaylı’ya destek olur, ona yapılan hukuksuzluğa karşı O da isyan ederdi, dosyaları yere atardı.