“Lübnanlaşma”: Bir Ülke Nasıl Parçalanır?
Çiğdem Bayraktar Ör
Son Köşe Yazıları

“Lübnanlaşma”: Bir Ülke Nasıl Parçalanır?

03.12.2025 11:07
Güncellenme:
Takip Et:

Bir zamanlar “Orta Doğu’nun Paris’i” diye anılıyordu Beyrut. 2010 yılında, nüfusunun yaklaşık 5 milyon olduğu tahmin edilen ülkeyi, yaklaşık 2 milyon kişi ziyaret etmişti. Bölgenin ‘en özgür’ ve ‘en canlı’ ülkesi olarak öne çıkarılıyordu. Normali ‘normal’ miydi peki? Hayır. Ne yazık ki, bazı bölgelerin, ülkelerin ‘normalleşmesi’ olağandışıdır. Lübnan da o ülkelerden biri. Bazen nispeten huzurlu göründüğü, turizmin zirve yaptığı senelerden de kolayca anlaşılabilir. Oysa adı “beyaz” anlamına gelen Lübnan’da, merkezkaç kuvvetini oluşturan dağların zirvesindeki karlar dışında beyaz kalan hemen hiçbir şey yok. Bağımsızlığını elde ettiği 1943’ten beri din ve mezhep çatışmalarıyla sürekli olarak varlık savaşı veriyor. Tabii bu kaosla birlikte dolar kuruyla baş edemeyen ağır bir ekonomik savaş da beraberinde geliyor.

Papa da Lübnan’ı ziyaret etmiş, çok mu?

Papa, Lübnan’ı bir turist olarak ziyaret etmedi. Son derece katmanlı bir anlam yatıyor bu teo(lojik)-politik gezinin ardında. Papa 14. Leo “Katoliklerin ruhani lideri” sıfatıyla yaptığı ziyaretiyle aslında, adım adım bütün Filistin’i ele geçiren, hatta bu orantısız savaşta, bölgedeki varlığını dayandırdığı tarih öncesi çağlarda bile kendisine ait olmayan ve bugün Müslüman nüfusun çoğunlukta olduğu bölgeleri dahi işgal eden İsrail’e Lübnan ve İsrail’in sınırı olan Mavi Hat’tın gerisinden, Lübnan’ın can damarı Litani Nehri’nin kıyısından mesaj vermiş oldu.

Lübnan’ı ilk ziyaret eden Papa da 14. Leo değildi üstelik. II. John Paul 1997’de Lübnan’a bir ziyarette bulunmuş, bundan 3 yıl sonra İsrail işgal ettiği Lübnan’dan çekilmişti. Bu gelişmeyle iyiden iyiye yıldızı parlayan Hizbullah, İsrail’e Lübnan’dan saldırdıkça Lübnan’da ekonomi, güvenlik, huzur yerle yeksan oluyordu. Hizbullah’a karşı hükümet yanlısı toplumsal bir kamp ortaya çıkarken, yine ‘barış ve huzur’ temennisiyle Papa bölgede belirdi. Bu defa gelen 16. Benedict’ti, yıl 2012. Bundan sonraki dönemde her şey Lübnan için daha da kötüye gitti: Devalüasyon, iflas, liman patlaması ile tamamen sarsılan toplumsal güven.

Öte yandan; Suriye iç savaşından kaçan milyonlarca insan Lübnan’a göç etti. Böylece, Müslüman akınıyla nüfus dağılımı baştan aşağı yeniden yapılanmış oldu. Bu da demografinin paylarına göre yönetimini ve ekonomisini biçimlendiren Lübnan’ın geleceği için masanın yeniden kurulması, kartların yeniden karılması anlamına geliyor.

Lübnan: Bölünmüş, parçalanmış ve artık hiç yönetilemeyen

Lübnan’ın çok etnikli, çok kültürlü yapısı uluslaşmasını zorlaştıran temel etken, ancak; toplumda çok sayıda din ve mezhebin var oluşu Lübnan’ı parçalara ayırmak, bölmek üzere çıkarılan bütün kaosların asıl nedenini oluşturdu. Ne var ki Lübnan, din ve mezhep temelli bir yönetim aygıtıyla, sürekli tıkanan bir sistem ve rejimle devletliğini hala sürdürmeye çalışıyor. Cumhurbaşkanının, başbakanın, meclis başkanının hangi dinden, mezhepten olduğu hep tartışma konusu oldu. Tarihte de benzer durumdaydı: Marunileri Fransa, Dürzileri Britanya, Müslümanları ise Osmanlı Devleti korumayı üstleniyordu. Aslında, bu sözde koruma girişimleri arkasında her devlet, kendine kalıcı bir nüfuz alanı yaratmaya ve bölgenin sağlayacağı ekonomik çıktıda payını büyütmeye çalışıyordu. İşte böyle başladı ‘Lübnanlaşma’.

Lübnan söz konusu olduğunda, siyasete dinin fazlasıyla karıştığından bahsetmek durumu anlatmaya yetmez, içinde bulunduğu krizi kavramak üzere dinciliğin ve mezhepçiliğin herkesi korkunç etkisi altına aldığını, ülkeyi önce zihnen, sonra ruhen darmadağın ettiğini, devletin parçalanmasının an meselesi olduğunu, buna da siyasi literatürde “Lübnanlaşma” dendiğini bilmek gerekir.

Hiçbir şey bir gecede olmaz!

Öyle bir ülke düşünün ki yönetimdeki roller yeniden dağıtılabilir endişesiyle 1932’den beri nüfus sayımı yapılmasın. Üstelik bağımsızlığını da bundan 11 yıl sonra kazanmış olsun. Müslüman-Hristiyan çatışması nedeniyle nüfus sayımı yapılmayan ülkede dengesizlikten denge çıkarılmaya çalışıldığı bile ileri sürülebilir. İdari mekanizma evrensel laiklik ilkesi ve liyakat şöyle dursun, kişilerin ‘kim’ olduklarıyla değil, doğrudan ‘ne’ olduklarıyla ilgileniyor. Kişilerin mezhepleri onların kimlikleri halini alıyor, tıpkı makamları gibi: Maruni Cumhurbaşkanı, Sünni Başbakan, Şii Meclis Başkanı.

Mezhepler, çatışmalar, kaos, beyaz yerine ‘kan kırmızısı’

1975… Bir vaftiz töreninde, Filistinli silahlı bir grup Maruni (Falanjist) lider Pierre Gemayel’e suikast planlarken Maruni koruma ölüyor. Uzun süredir Lübnan’da yerleşik durumdaki Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ)’nü sorumlu tutan Maruni milisler (Falanjistler) bu olaya misilleme olsun diye içinde çocukların ve kadınların da bulunduğu Filistinlileri taşıyan bir otobüsü tarıyor ve 27 kişi ölüyor. FKÖ buna ‘katliam’ diyor. O tarihten 1990’a kadar süren iç savaşın etkileri 1992’ye değin hissediliyor.

Devletin kurumsal kimliğinin yerini silahlı taşeronlar alırsa

Devlet otoritesinin ve askeri makamların yerini ‘yüz verilmiş, ölçüsü kaçmış’ silahlı milisler alınca, Lübnan’da yaşamı organize edecek hiçbir ciddi makam ya da güven unsuru kalmadı. Böyle olunca da durmadan şehir duvarlarını aşmaya çalışan ‘dış güçler’ için gün doğdu ve içerideki bu kavgadan hızlıca yararlanmak üzere harekete geçtiler. Her zaman olduğu gibi kendilerine kale kapılarını açacak, kaldırıp içeriye taşıyacak kullanışlı aparatlar da buldular. En büyük zafiyet ise ordudaydı. Ordu, din ve mezhep farklılıkları yüzünden darmadağındı. Aidiyeti, ortaklıkları olmayanların ortak savundukları bir vatan da var olamazdı. O nedenle, başta Suriye olmak üzere, bölgeyle uzak-yakın ilgisi olan herkes çatışmaları fırsat bilerek içeriye sızabilmişti. Adı resmen “mandater yönetim” olarak konmasa da Suriye, Lübnan’a ordusuyla girdiğinde fiili olarak çökmüş olan Lübnan devletinin yekpare varlığı tartışmalı hale geldi. Kendisi için karşısındaki her şeyi yok edebilecek İsrail için de Lübnan açık bir hedef haline…

İsrail’in kuzey kapısında Papa ne demek istedi?

Lübnan’da Hristiyanların varlığı üzerinden papalık misyonunun ‘toplumsal barış’ talebini yinelemesi gözler önündeki neden olabilir, ancak hemen yanı başında Filistin-İsrail Savaşı süren bu küçük ülkeye Papa’nın böyle bir zamanlamayla gelişi, bundan fazlasını üzerinde taşıyor. Papanın daha uçaktayken, Filistin ve İsrail arasında kalıcı bir barış için “çift devletli çözüm” önermesi, İsrail’in olası bir Lübnan işgaline Vatikan’ın ve İsrail’i kınayan Batılı ülkelerin verebileceği yanıtları sezdiriyor.

İsrail için Lübnan

İran destekli Hizbullah’ın Lübnan’daki varlığı, Lübnan’ı İsrail için güvenlik doktrininin önceliği haline getiriyor. İsrail, ezeli düşman gördüğü İran’ın, Suriye ve Lübnan sahasını Hizbullah’a giden bir koridor olarak kullandığını ileri sürüyor. Bu çemberde, İsrail’i tehdit eden en stratejik noktalardan birinin Hizbullah’ın kendini güçlü hissettiği, fiili üssü olarak konumlandığı Lübnan olduğu ileri sürülüyor. İsrail’e göre Lübnan, İsrail ve İran arasında cereyan eden vekâlet savaşının kuzey cephesi ve varlığına yönelen en riskli odak.

Diğer yandan, Lübnan’ın içsel karmaşası, içinde çok sayıda etnik grup, lider ve hizbin yaşaması İsrail için bir öngörülemezlik de yaratıyor. Bu belirsizliğe karşı kendini sağlama almak isteyen İsrail, söz konusu ziyaret boyunca kuzeyindeki güvenlik önlemlerini de arttırdı. İsrail, ‘devlet’ değil, ‘düzensiz bir yapı’ olarak gördüğü Lübnan’ın papa tarafından ‘kutsiyet” atfedilen dini bir rotada programa alınmasını; Hristiyan azınlıkları, Katolik grupları desteklemenin, genel bir barış ve huzur çağrısı yapmanın da ötesinde değerlendirdi ve bunu kendisine verilen bir mesaj olarak aldı.

İsrail cephesinde, Papa’nın Hizbullah’ın Lübnan’daki varlığını görmezden geldiğini ve böyle bir ülkeye, bu seviyede bir ziyaretin ancak orayı olumlamak anlamı taşıdığı da ileri sürülen görüşler arasında. İsrail kamuoyunda, ironik bir biçimde Papa 14. Leo’nun dualarının umutsuzluk bulutlarını dağıtmaya yetmediği, Hizbullah’ın Lübnan halkını korumak bahanesiyle silahları bırakmayı reddettiği, hatta Şii güçlerin Suriye üzerinden silah ve füze edinerek daha da güçlendiği, İsrail’ e yeni bir saldırıya hazırlandığı da yazıldı. Bununla birlikte; Netanyahu çizgisine karşı “çift devletli çözüm”ün Papa düzeyinde yeniden dile getirilmesi, İsrail’deki sağcı kanadı rahatsız ederken, bunun yapısal başka tartışmaları da aralayacağı endişesi gündeme geldi.

“Dün” gölge gibidir. Din ve mezheple devlet yönetmek, mikro milliyetçilikle bölücülük yapmak ise ulusların en koyu karanlığı…

Lübnan’da yaşananlar, din ve mezhep siyasetiyle ancak kaosun tetiklenebileceğini dünyanın gözlerinin önüne serdi. Laikliğin yaşamsal değerinin anlaşılması için onu kaybetmeden önlem almak gerekiyor. Diğer yandan; aidiyetin, ortak kimliğin ne denli önemli olduğunu da yine aynı keskinlikle ve netlikle görüyoruz. Ulus kimliklerden sapmaların, birliğin ve bütünlüğün art niyetlilerce bozulmasının, içeriden sömürgecilere yardım edenlerin marifetiyle gerçekleştiğini de anımsayalım.

Sömürgeleştirilen topraklarda pazar haline getirilen yalnızca ülkeler değildir. İçindeki bütün değerler, insanlar, umutlar ve gelecek de alınıp-satılan metalar haline gelir. Bunun geç olmadan iyice kavranması, hiçbir surette devletin yerine mezhep, hukukun yerine milis, ortak kimliğin yerine bölücülerin, ayrılıkçıların, tarikatların, cemaatlerin geçmemesi ise tek temennim. Çünkü; hiçbir ülke aslında dışarıdan yıkılmaz, hemen hepsi içeriden çürür.