Geçen hafta sonuçlanan Almanya seçiminden çıkan sonuçlar hâlâ gündemde önemli bir yer işgal ediyor. Bunun nedeni sonuçların kendisinden çok seçmenin geleceğe dönük endişelerinin giderilememiş olması.
Ancak seçmen kitlesinde görülen toplu kaygı bozukluğuna biz yıllardan beridir alışığız. Ülke olarak uzunca bir süredir her seçime “Bu son şansımız” güdüsüyle uyandığımız için giderek büyüyen ve büyüdükçe aslında gerçekliği de bir o kadar artan korkuyu anlayabiliriz diye düşünüyorum.
Çünkü korku ve kaygı insanları tehlikelere karşı uyanık tutarken bir yandan da korkunun kaynağı tarafından “manipule” edilmelerini kolaylaştırır.
Bireysel olarak daha çabuk üstesinden gelebileceğimiz bu durum seçmen kitlesi gibi büyük bir organizma biçiminde hareket eden yapının parçası olunca hem fark etmesi hem de kurtulması zor bir döngüye evrilebilir.
Almanya’da marjinal bir hareket olarak siyasi yaşamına başlayan aşırı sağcı AfD partisinin giderek büyüyen büyüdükçe ülkedeki çoğunluğu oluşturan ılımlı sistem partileri tarafından dışlanan ve dışlandıkça genel seçmen kitlesi tarafından daha da merak konusu olan yayılım döngüsü ülkemizdeki seçmen davranışları ile oldukça örtüşüyor.
Avrupa’nın psikolojik buhranları Freud’dan Jung’a kadar pek çok psikanalist ve sosyoloğun ilgi alanında yer almıştır. Özellikle iki büyük dünya savaşının çıktığı 20. yüzyılın ilk yarısında savaşların öncelikli sorumlusu olarak görülen Alman halkının toplumsal refleksleri ve davranış kalıpları yıllar boyunca psikanalistlerin düşünsel terapi koltuğunda incelemeye tabi tutuldu. Tel soru aslında şuydu: “Neden engellemediniz?”
SORUNUN ASIL ÖZNESİ
Aynı soru, kara bir bulut gibi şu sıralar bir kez daha eski kıtanın üzerinde dolaşıyor. Ancak bu sefer sorunun öznesi değişti: “Neden engelleyemiyoruz?”
Asıl kaygıyı yaratan da bu karşıtlık düşüncesi içinde yankı odasına hapsolmanın getirdiği çaresizlik...
Güçlü bir barış ve refah uzlaşısı üzerine inşa edilen topluluk değerlerinin üzerinden 100 yıl geçmeden yıkılabilme olasılığı bu çaresizliğin en önemli kaynağı.
Makul insanlar, üzerinde uzlaşıldığını düşündükleri değerler herkes tarafından benimsendiğinde toplu bir kalkınma ve refaha ulaşılacağını düşünürler. Bu yüzden toplum ve siyaset bazında aşırı davranışlar, söylemler onları feci biçimde rahatsız eder.
Ancak kitleler psikanaliz koltuğuna oturduğunda çıkan acı sonuç şudur: Herkes o kadar makul ve rasyonel değildir. Hatta toplumun çoğunluğu rasyonel kararlardan hoşlanmaz. Özellikle eldeki refahtan yeterince pay almadığını düşünüyorsa…
YENİ NORMAL AŞIRILIK
İlginç olan, makul bir davranış, yaşam ve siyaset biçimini korumaya çalışan kitlelerin artık düzenin azınlığı konumuna geliyor oluşu. Bu durum siyasetin en tepesinden toplumun her alanına yansıyan bir gerçeği ortaya koyuyor. Artık aşırılık toplumsal yaşamın yeni normali.
Söz ettiğim siyasi yelpazedeki aşırılıkçı yapılan güç kazanması değil. Belki bu da bir etki ama genel anlamda toplumdaki her bireyin kamusal kurallar izin verdiği ölçüde bazen bu kuralları da aşarak kendini ifade etmesi.
Bir ölçüde TikTok türü yaşam biçimi de diyebiliriz. Ancak artık Donald Trump’ın kişisel patavatsızlığı ve densizliğine vurulan davranış ve açıklamalarının yeni bir siyaset dili olduğunu kabul etmek gerek. Bu siyaset dilinde karnından konuşmaya alışkın Brüksel diplomatlarına ise pek yer yok.