Ham petrol, o kadar politik bir mal ki, ani fiyat değişikliklerinde, siyasi dedikodulara, komplo teorilerine dayalı açıklamalar hemen öne çıkarak popüler oluyorlar.
Halbuki petrol, kapitalist üretim tarzının Fordist ve post-Fordist (yapısal kriz) dönemindeki en temel enerji kaynağı. Dahası, kimya sanayiinde, inşaattan tekstile, bilişimhaberleşme teknolojisine kadar petrol ürünleri vazgeçilmez bir yer tutuyorlar. Dolayısıyla petrolün üretiminin, fiyatını, piyasadaki oyuncuların tercihlerinden önce, kapitalist üretim tarzının öncelikle, ekonomik finansal dinamiklerinin, jeopolitik gereksinimlerinin belirleyeceğini düşünmemiz gerekiyor.
Gerçekten de petrolün varil fiyatında, hazirandan bu yana görülen “beklenmedik” gerileme eğiliminin arkasında öncelikle “mali kriz”, “uzun durgunluk” ikilisinin basıncı var.
Pazartesi yazımda, Amerika’da son yıllarda hızla artan petrol üretimini, yatırımları finanse etmeyi kolaylaştıran mali ortama değinmiştim. Bu mali ortamı oluşturan iki etkenden söz edebiliriz.
Bunlardan biri, 2008 mali krizinin ardından ABD Merkez Bankası’nın (FED) izlediği düşük faiz, parasal genişleme politikaları. İkincisi, FED’in bu politikaları mali piyasalarda nakit birikimine yol açarken spekülatif sermayenin kendine gidecek yer olarak, kaya gazı- hidrolik kırma sektörü firmalarını keşfetmesi. Bu sırada, sermayenin bu yeni alana girişini kolaylaştıracak yasalar çıkıyor, kültür endüstrisi de “enerji alanında bağımsızlaşıyoruz”, “ABD’nin liderliği güçleniyor” gibi fanteziler üreterek, üzerine düşeni yapıyordu. Adeta Red Kid’in “Oklahoma” öyküsünü anımsatan bir görüntü oluşuyor, binlerce “müteşebbis”, “Junk bond” piyasasından aldıkları kredilerle bu yeni alana dalıyordu.
Bu “hücum” da, tarihte benzer durumlarda birçok kez yaşandığı gibi, sermayenin, giderek, rekabet içinde, bir adım sonrasını düşünmeden var olan fiyat, talep düzeyini, mali ortamı veri alarak üretim kapasitesi ve arz üretmesine yol açtı.
Bu sürecin içerdiği kriz dinamikleri, dünyanın en büyük enerji ithalatçısı (ve artık en büyük ekonomisi) Çin büyümeye devam ettiği sürece kendilerini açığa vurmadan birikmeye devam ettiler. Ancak sürdürülebilir büyüme tam anlamıyla bir fantezidir, her kapitalist ekonomi eninde sonunda, kâr oranlarından başlayarak, kapasite fazlası, zayıf talep, kredi balonu karışımından oluşan bir duvara çarpar. Önce ekonomi yavaşlar, borçların karşılıkları buhar olmaya başlar. Sonra bir tetikleyici “hiç beklenmedik” bir alandan gelir, kriz “ortaya çıkar”.
Pazartesi Financial Times’ın bir kez daha dikkat çektiği gibi, Çin de bu noktaya gelmiş; kapasite fazlası talep yetersizliği ciddi sorunlar yaratmaya başlamış; uzun dönemli deflasyonist – durgunluk olasılığı gündemdeymiş.
Özetle, bir taraftan mali sermaye - kültür endüstrisi, devlet, kaya gazı - hidrolik kırma alanında kapasite inşasını, üretimi, borçlanmayı teşvik eder, ABD petrol üretimini 2008’den bu yana yüzde 80 artmasıyla oluşan bir arzı dünya enerji piyasalarına sokarken, aynı anda, dünyanın en büyük enerji tüketicisinden gelen talep ivme kazanarak yavaşlıyordu... Bence bu denklem bize petrol fiyatlarındaki düşmenin maddi zeminini veriyor.
Bu zeminde, bence iki boyutlu bir “hipotez” inşa etmek olanaklı. Yukarıdaki denklem (Avrupa Birliği ekonomilerinin durumunu da düşünerek) daha bir süre kalıcı olabilir, fiyatlar düşmeye devam edebilir. İkincisi, fiyatlardaki bir düşme eğilimine bağlı olarak, ilk elde Venezüella, İran, Nijerya, sonra da Suudi Arabistan ve Körfez Emirlikleri gibi bazı petrol ihracatçıları, gelirleri düşerken siyasi istikrarlarını kaybedebilir ya da bu yönde beklentiler yaratarak mali piyasalara ek belirsizlikler getirebilirler.
Bu hipotezin ikinci boyutuna bakarak, özellikle Venezüella bağlamında bir sonuç daha çıkarabiliriz. Kapitalizme alternatif bir toplum için “daha adaletli dağılım”, “yoksullara yardım” çabaları yeterli olmuyor. Kapitalizmden daha yüksek bir refah, kültürel dinamizm, toplumsal ilerleme getirecek bir üretim tarzı inşa edilemezse, kapitalizmin dinamikleri “yeniden dağılım”, “yoksullara yardım” projelerini zamanla çürütüyor...
Sermaye ve Enerji
Yazarın Son Yazıları
Türkiye, yıllardır siyasal İslam rejiminin “toplumsal ruh mühendisliği” projesinin baskısı altında yaşıyor.
Erkek fantezilerini meşrulaştıran faşist ve siyasal İslamcı ideolojilerle hesaplaşmadan algoritmaları suçlamak kolaydır ama asıl nedeni görünmez kılan politik bir kaçıştır.
Sağın bu birlik refleksi, ideolojik bir tutarlılıktan değil, son derece sade bir siyasal sezgiden besleniyor: İktidarı istiyorsan yan yana duracaksın.
ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi’ne (UGS) bu kez emperyalizm ve faşizm kavramlarının ışığında bakacağım.
Önümüzdeki dönem dünya siyasetini yalnızca büyük güç rekabeti değil; milliyetçi, hatta uygarlıkçı reflekslerle donanmış yeni bir “teknolojik kapitalizm” biçiminin, faşist ideolojinin küresel ölçekte (öncelikle de UGS’nin, “göç dalgaları altında kimliğini kaybeden, gerileyen uygarlık” olarak tanımladığı Avrupa’ya), dayatılması belirleyecek.
Pazartesi günü, 2026’ya girerken ABD ekonomisinin çok kırılgan, küresel ekonominin resesyon eşiğinde olduğunu vurgulamıştım.
Dünya ekonomisi 2026’ya girerken resesyon sınırında (yüzde 3) yavaşlamaya devam ediyor, riskler ve büyüme önündeki engeller artıyor.
“Komisyon”, hukuki, idari ve anayasal bir zeminden yoksun.
The Economist 1990’larda, bir sayısında, finansallaşma başlarken 10 dev ABD bankasını kastederek “evrenin yeni efendileri” diyordu. Bu bankalar dünya borç piyasasında egemendi.
Serbest piyasa Ayetullahları sevindiler...
Küresel Organize Suç Endeksi’nin 2025 raporu açıklandı. Türkiye 2020’de 6.9 puanla 12. sıradayken bugün 7.2 ile 10. sıraya yükselmiş. Küresel ortalama 5.08. Bu endeks, sadece mafyanın gücünü ya da kaçakçılık hatlarını ölçmüyor; devlet içi yapılardan finansal suçlara, yargı bağımsızlığından ekonomiye sızmış suç ağlarına kadar geniş bir tabloyu ortaya koyuyor.
Küresel ısınma üzerine “Taraflar Konferansı” (COP30) Brezilya’da toplandı.
Emperyalist sistemin ABD, AB gibi merkezlerinin Türkiye gibi çevre ülkelerle ilişkilerinde demokrasi arzusu hiçbir zaman gerçek bir faktör olmadı. Bu ilişkiler her zaman çevre ülkenin ekonomik, jeopolitik açıdan kullanılabilir olma ilkesine dayandı.
Trump’ın başkanlığından hoşnut olmayanların oranı yüzde 60’ı geçti.
Busan’daki Trump-Şi zirvesi, yalnızca iki ülke arasındaki ticaret savaşında geçici bir ateşkes anlamına gelmiyor; aynı zamanda, 21. yüzyılın jeopolitik dengelerinde güç, liderlik gibi kavramların yeniden tanımlandığı bir döneme işaret ediyor. Zirvenin sonunda Trump’ın “12 üzerinden 10’luk bir görüşme” sözleri, Şi’nin ise “Dev gemiyi birlikte yönetiyoruz” vurgusu, ”yeni” bir durumu sergiliyor: Amerika artık “tek süper güç” değil.
Gözlerimizi gerçeğe açmamız gerekiyor.
Z kuşağının emeğin, doğanın, LGBTQ ve kadın haklarının değersizleştirilmesine, ırkçılığa gözetim kültürüne ve kurumsal otoriterliğe karşı zaman zaman isyana varan direnişi, yalnızca bir kuşak çatışması değil, sermayenin denetim kapasitesini sınırlayan tarihsel bir başkaldırı biçimi. Tam da bu nedenle, işletmelerinde kontrolü yitirme korkusu, teknoloji sermayesini giderek demokrasi düşmanı, hatta faşizan reflekslere sürüklüyor.
İsyan ve ekonomik kriz dinamikleri tarihte zaman zaman çakışıyor.
Geçtiğimiz günlerde, Altın 4 bin dolara ulaştı, piyasalarda “Borsa aşırı değerli” uyarıları sıklaştı. Jamie Diamond, Warren Buffet gibi ünlü yatırımcılar bu durumun sürdürülemezliğine işaret ediyorlar.
Gazze’de savaşın yerini alan ateşkes, ilk bakışta bir nefes alma imkânı sundu.
Cuma günü, Aurelien adlı bir yazarın “The cult of can’t” başlıklı denemesine rastladım. Perşembe yazımı okumuş olanların ilgisini çekeceğini düşünerek özetliyorum.
Kapitalizmin merkezlerinde (Anglosakson dünyada) uzun yıllar küreselleşmenin, teknolojinin (özellikle internet ve dijitalleşme) bizi “bugünden daha iyi” (özgür, demokratik, bolluk) günlere taşıyacağı anlatıldı.
Bu kez şanslıyım, önümde iki fotoğraf var. Meclis’in açılışında ve akşamında verilen davet sırasında çekilmiş bu fotoğraflar bugünkü siyasi şekillenmenin, “sağını-solunu”, çok güzel betimliyorlar.
Cumhurbaşkanının ABD ziyareti, MAPEG’in, 33 ilin topraklarını doğrudan madencilik yatırımlarına açması emperyalizm tartışmalarını yeniden canlandırdı.
Bilimde bazen bir sıçrama yalnızca araştırmacıların dar çevresini değil, tüm insanlığın geleceğini etkiler. 2020’de DeepMind’in geliştirdiği AlphaFold sistemi böyle bir andı.
“YZ dünyayı yutuyor” artık abartılı bir iddia değil.
Tsiridis’in çalışmasının en güçlü yanı, somut tarihsel analizleri belgelerle destekleyerek sivil toplumun (çoğunlukla göz ardı edilen) rolünü vurgulaması.
Dünya siyaseti ve ekonomisi, daha önce hiç görülmemiş bir biçimde birbirine benzeşen güç dinamikleriyle şekilleniyor.
Gazze’de yaşananlar, uluslararası medyada sıklıkla “çatışma”, giderek soykırım olarak tanımlansa da Prof. Jiang Xueqin olanların arkasında çok daha karanlık bir gerçeğin yattığını söylüyor.
ABD yönetimi, yeni savunma stratejisi raporunu, (QDR2001), 11 Eylül 2001 “olayının” tozu yatışmadan açıklamıştı.
Endonezya, yaygın protesto gösterileriyle sarsılıyor. Başkent Cakarta’dan ülkenin dört bir yanına yayılan bu olaylar, sadece yerel bir huzursuzluk değil, aynı zamanda küresel kapitalizmin çevre ülkelerde yarattığı derin eşitsizliklerin, devlet şiddetinin bir ürünü. İsyanın temelinde rejimin tüm kilit kurumların, parlamento dahil, içini boşaltmasıyla, demokratik haklarını kaybetmekte olduklarını hisseden geniş kitlelerin tepkisi yatıyor.
“Küreselleşme” yerini parçalanmaya bırakıyor, bir yeni-jeopolitik şekilleniyor.
Trump, seçim kampanyası boyunca, diktatör olmak dahil tüm arzularını açıkça söyledi. Dahası, Heritage Foundation “Project 2025” başlığı altında 900 sayfalık bir faşist devlete geçiş programı yayımladı. Bu program, devlet bürokrasisindeki özellikle de güvenlik bürokrasisindeki, “kurumsalcıları” ve “anayasalcıları” tasfiye ederek yerlerine başkana sadık olanları atamayı planlıyordu.
Uluslararası ilişkiler alanında yeni bir kavram var: “Ekonomik zorlama çağı” (Foreign Affaires).
Peki bu “ekonomik patlama” yaşanırken, insanların yerini YZ ajanları alırken, artan çıktıyı karşılayacak, kârların gerçekleşmesine, alınacak yatırım kararlarına kaynak olacak tüketici talebi nereden gelecek?
Rejim, seçimlerde kaybettiği belediyeleri geri alıyor, CHP’li belediyelerin liderliklerini tutukluyor, CHP’de Özgür Özel liderliğini tasfiye etmeye çalışıyor.
Amsterdam’da 1656 yılının temmuz ayında, 23 yaşındaki Baruch Spinoza, Avrupa’nın en güçlü sinagogunun önünde durdu, içeri girmeden derin bir nefes aldı.
ABD ekonomisinde, stagflasyon, “konut krizi” kaygıları artarken Trump, Ulusal Muhafızları, Washington DC sokaklarında konuşlandırdı...
Yaygın sıradanlaşmış, “veri hırsızlığı, sahte diplomalar (hoş değilmiş ama kazanç helalmiş), sahte imzalar” eşit (etnik) vatandaşlık topolojisi gibi çürüme semptomları üzerinde düşünürken aklıma eski bir yazımın başlığı geldi: “Hazırlıksız yakalanacağız”.
Köyler, dinler, mezhepler, tarikatlar, kabileler, fraksiyonlar...