Donald Trump ilk başkanlık dönemine yürüdüğü 2016’da “Önce Amerika” demiş ve yeni bir ekonomik düzenin de fitilini ateşlemişti.
Atlantik’in öte yanında başlayan bu yeni yolculuk, aradan geçen sekiz yılda, küresel ekonomi literatüründe başka bir kavramın, yeni “ticaret savaşlarının” kapısını açtı.
Trump’ın Çin’e yönelik tarifeleri, Avrupa Birliği ile restleşmeleri, NAFTA’yı revize edip Kanada ve Meksika’yla ilişkileri yeniden masaya yatırması... Tüm bu hamleler, sadece bir seçim stratejisi değildi. Bunlar, küreselleşmenin kırılgan yapısına indirilen bilinçli darbelerdi. Ve bugün geldiğimiz noktada, bu savaşların sadece siyasi değil, aynı zamanda jeoekonomik bir dönüşümün başlangıcı olduğunu söylemek mümkün.
GÜMRÜK DUVARLARI YÜKSELİYOR
1980’lerden bu yana hüküm süren neoliberal küreselleşme, sınırları kaldırmış, şirketlerin üretimlerini düşük maliyetli ülkelere taşımasına imkân vermişti.
Ancak bu modelin faturası zamanla ağırlaştı. Batı’da işsizlik arttı, gelir dağılımı bozuldu, orta sınıf daraldı. Trump gibi popülist liderler, bu memnuniyetsizliği arkalarına alarak “korumacı politikaların” geri dönüşünü sağladı.
Bugün artık Amerika yalnız değil. Avrupa, Çin, Hindistan, hatta Latin Amerika ülkeleri de benzer reflekslerle ulusal sanayilerini korumaya yöneliyor. Dünya Ticaret Örgütü raporlarına göre, küresel ticaret hacmi 2024 itibarıyla pandemi öncesine göre daralmış durumda.
Tedarik zincirleri parçalanıyor, üretim iç pazara kaydırılıyor. Çokuluslu şirketler bile artık “daha az küresel, daha çok yerel” bir strateji izliyor.
BÖLGESEL KÜRESELLEŞME MODELİ
Ancak bu yaşananlar, küreselleşmenin tamamen sona erdiği anlamına gelmiyor. Yeni bir model doğuyor: Bölgeselleşmiş küreselleşme.
Artık Çin, kendi Asya-Pasifik blokuyla; Amerika, NAFTA ekseniyle; Avrupa, dijital ve yeşil dönüşümle şekillenen kendi iç pazar stratejisiyle yol alıyor. Dünya, dev bir ağ yerine birbirinden görece bağımsız bölgesel ekonomik kümelere ayrılıyor.
TÜRKİYE TRENİ KAÇIRIYOR
En büyük sınavlardan biri Türkiye’nin önünde duruyor. Çünkü bu yeni düzende artık sadece ucuz işgücüyle rekabet etmek mümkün değil. Teknoloji, strateji ve sürdürülebilirlik gibi kavramlar, her zamankinden daha belirleyici hale geliyor. Bugün Türkiye’nin ihracat kilogram değeri hâlâ 1.5 dolar civarında seyrediyor. Almanya’nın ise 4.5 dolar. Bu veri bile tek başına çok şey anlatıyor.
Türkiye’nin ihracat kompozisyonuna baktığımızda tablo hâlâ 20. yüzyılın sonunda kalmış gibi. Tekstil, hazır giyim ve otomotiv, dış satımın en güçlü kalemleri.
UCUZ İŞGÜCÜ AVANTAJI ERİYOR
1990’larda Türkiye’nin küresel ekonomideki en büyük kozu, nispeten ucuz ama nitelikli işgücüydü. Avrupa’ya yakınlığı da bu avantajı destekliyordu ancak bugün bu denklem değişti.
Yeşil mutabakat ve karbon vergileri gibi yeni kurallar, Türkiye gibi orta teknolojiye sıkışmış ülkeler için görünmeyen bir gümrük duvarı oluşturuyor.
OTOMOTİVDE FIRTINA KAPIDA
Otomotiv sektörü, yıllarca Türkiye’nin sanayileşme vitrininde parlayan yıldız oldu. Ancak dünya hızla elektrikli araçlara yöneliyor. İçten yanmalı motorlara dayalı tedarik zinciri küçülürken Türkiye bu geçişe ne kadar hazır?
Togg gibi girişimler olsa da ana ihracatımız hâlâ klasik motorlu araçlara dayanıyor. Bu da orta vadede ciddi bir daralma riskini beraberinde getiriyor.
Bu büyük sarsıntı içinde Türkiye ne yapıyor? İç hesaplaşmalarla, hukuku, adaleti tersyüz ederek yüzlerce gencini, belediye başkanlarını, parlak beyinleri demir parmaklıklar arasına atarak ülkenin tüm enerjisini kutuplaşma rüzgârında yok ederek hangi hedefe varmak istiyor?