Gürül gürül bir aktör
Zeynep Miraç
Son Köşe Yazıları

Gürül gürül bir aktör

31.01.2016 06:00
Güncellenme:
Takip Et:

1913’te Selanik’ten İstanbul’a gelmiş bir ailenin çocuğu Tuncel Kurtiz... Dedesi İzmir evkaf müdürü. Baba Hamdi Valâ Bey, Amerikan koleji mezunu bir hukukçu. Nahiye müdürü Hamdi Valâ Bey’in seçtiği soyadının hikâyesi Ergenekon Destanı’na, kurdun izini sürüp vatanlarını bulan insanlara uzanır. Anne Müfide Hanım’ın ailesi ise Boşnak; o da İzmit Karamürsel’de öğretmenlik yapar. Bu iki Rumelilinin yolu İzmit’te kesişir. Tuncel Kurtiz’in deyişiyle: “Fukaralık içinde, inanmış insanlar. Aşkları da çok güzel”.

1 Şubat 1936 doğumlu Tuncel Kurtiz, babasının görevi nedeniyle çocukluğu boyunca diyar diyar gezer: Kırıkkale, Reşadiye, Kandıra, Posof, Ayvalık. Ayvalık’tan Amerika: Detroit, New York. Dönüşte Silifke, Tarsus ve Tuncel Kurtiz’in yıllar sonra geri dönüp hayatının son dönemini geçireceği Edremit.

Kolay değildir genç bir çocuk için bu kadar yer değiştirmek, yeni okullara, yeni arkadaş çevrelerine kendini hep ispat etmek zorunda kalır.

Hiçbir zaman parlak bir öğrenci değildir ya, lise 2’den itibaren iyice çıkmaza girer. Gençlik hayalleri çoktur, biri de futboldur. Serde gençlik, başında kavak yelleri...

 

Camus ile pavyon arasında

2001 Temmuz’unda Roll dergisine verdiği söyleşide nasıl bir delifişek olduğunu anlatır:

“Fener Genç’te zamanında top koşturdum. ‘İyi gidiyorsun’ dediler, bir maçta yenildik, hakem Feridun Kılıç’tı. Beni çağırdı yanına, ‘A oğlum’ dedi, ‘sen futbol oynama, sen adamı katil edersin’. Beş metre önümden top geçiyor, kendimi atıyorum belki vururum diye. Öyle deliyim yani.” Oyunla vedalaşması da bu yenilgiden sonradır.

“Çiçek Pasajı’na geldim maçtan sonra, bir Buzbağ, bir Buzbağ daha, bir tane daha, hatırlamıyorum hâkim bey, okula sürünerek gitmişim, yatakhaneden çıkamadım. Rüyamda görüyorum, topa bir vuruyorum, top gidiyor, giderken kaleci kurtarıyor golü. Olmadı gol anasını satayım, yine olmadı. Ve futbol bitti orada.”

Futbolcu olamayınca hikâyeci olmaya karar verir. O kadar güvenir ki hikâyeciliğine, Sait Faik’le bir tutar kendini. Sait Faik’i evinde ziyaret eder, Özdemir Asaf ile arkadaşlık eder. Yaş 18... Hayatı, kendi anlatımıyla: “Bir taraftan Albert Camus, Steinbeck bir taraftan Rita Pavyon, Çam Bar, kerhane...”

Babası iyi bir avukat olmasını ister oysa... Bir de akşam yemeğinde ailenin sofraya bir arada oturmasını.

Haldun Taner’in üniversitede tiyatro dersleri vermesiyle birlikte tiyatro macerası başlamış, Kurtiz deli akan kanına ömürlük bir yol bulmuştur. Sofrada eksik sayıldığı akşam yemekleri arttıkça evdeki gerilim de yükselir. Ve bir gün gelir genç Tuncel evi terk eder, Nevizade’de bir oda tutar. O bir yatak, bir çanta ile evden ayrılırken pencereden bakan annesinin yaşlı gözleri ömür boyu hafızasından silinmeyecektir.

 

Baba olmak...

Baba-oğul demek, her daim yokuş demektir.

Kâh aşağı, kâh yukarı. Tuncel Kurtiz de bazen yokuşun tepesinden bakar aşağıya, bazen de en derinlerden yukarı tırmanır. Kendi babalığında ise o yokuşa varacak zamanı ve fırsatı olmamıştı pek. 2013’te Olkan Özyurt ile konuşurken nadiren kullandığı cümleler dökülür dilinden:

“Ben zaten hiç baba olmadım. Ingmar Bergman, oğluna ‘İyi bir baba olmadığımı biliyorum’ demiş, oğlu da ‘Sen hiç baba olmadın ki kötü baba olasın’ cevabını vermiş. Ben de hiç baba olamadım. Ama bunun sebepleri arasında 1970 ve 1980 darbeleri var. İkisi de çocuklarımın doğum yıllarıdır. Darbeler yüzünden ben ne aile içinde kalabildim, ne de belirli bir kazancım oldu.”

Bu belirsizlik, hayatına yayılan bir örgü gibidir. Taammüden mi muğlak bırakmıştır bazı şeyleri yoksa hayat başka türlüsüne izin mi vermez bilemeyiz. Bildiğimiz, şu cümlesidir:

“Aslında hedefim de olmadı hiç. Rüzgârda savrulan yaprak misaliydim ama fikri, vicdanı hür bir adamdım.”

Tahsil ile cehalet arasındaki ilişki karmaşıktır. Biri diğerini kovmaz her zaman. Tuncel Kurtiz her ne kadar kötü bir öğrenciyse de, hayatın bilgisine karşı iştahlıdır. Önce hukuk, arkasından filoloji fakültelerinin derslerine değil, kantinlerine devam eder. Mina Urgan’ın, Tatyana Moran’ın, Asaf Halet Çelebi’nin, Özdemir Asaf’ın, Can Yücel’in, Münir Özkul’un, Cahit Irgat’ın rahle-i tedrisinden geçer.

Yeşilçam’ın fabrika gibi çalıştığı 1960’larda onlarca filmde oynar. Çünkü yakın dostu Yılmaz Güney “Sinema yapacağız, sinema yapmadan olmaz, her evde bizim fotoğrafımız olacak. Önce sinemayı, sonra kendi işimizi yapacağız” der ona.

Öte yandan Kent Oyuncuları, Gülriz Sururi-Engin Cezzar Tiyatrosu, Gen-Ar Tiyatrosu’nda görürüz adını. Ardından Aydın Engin, Umur Bugay, Tuncer Necmioğlu ile birlikte kurdukları Halk Oyuncuları gelir.

 

Acılara biçim verelim

En yakın arkadaşlarından biri Erol Günaydın’dır. Nevizade’de oturup önlerine kadehleri alır, “Haydi” derler, “Şimdi ıstıraplarımıza bir biçim bulalım”. Ve Kurtiz’in acılara karşı koyma yolu bugün hepimizin kulağına küpe olacak kudrettedir: “Daha çok çalışmak lazım. Ama daha çok yaşamak lazım”.

Daha çok çalışır. Daha çok yaşar. Gürül gürül akan bir çeşmeden bardağa su doldurmak nasıl zorsa öyle zordur onu tarif etmek. 2004’te yayımladığı otobiyografisine “Bölük Pörçük” adını koyması biraz da bundandır; çok yaşamışlığı kitap sayfalarına sığdırmanın zorluğundan... Yetinmek ona göre değildir çünkü. Ne varsa yaşanacak, sonuna kadar. Ne varsa yapılacak, sonuna kadar. Her duygusu, her tavrı, her şeyiyle “çok” bir adam...

1970 hayatındaki önemli eşiklerden biridir. “Bir sürmene bıçağı kadar yalın, sert, sağlam” diye tarif ettiği Yılmaz Güney’le birlikte “Umut” filmini çeker. Filmin Cannes Film Festivali’ne gidişi, başlı başına bir film senaryosudur:

“Umut’u Cannes’a götürmenin yolunu arıyoruz, bir türlü bulamıyoruz. Kaçırmanın yolu yok, sansür izin vermiyor. Arif Keskiner gitti Yeşilköy havaalanına, bavulun içine koydu filmi. Bir hamala verip, “Al sana 500 lira” dedi, “Bu bavulu uçağın yanında göreyim, 500 lira daha vereceğim”. Hamal götürdü oraya, geldi 500 lirasını da aldı. Bin liraya Cannes’a uçtu. Benim uçakla girişim tehlikeliymiş. Kara yolundan çıkardılar beni. Çıktım, Cannes’a gittim. Haber geldi; filmi bağlayamıyorlar. Karmakarışık bobinler halinde doldurmuşlar bavulun içine. Filmi bilen tek ben varım. ‘Hadi Arif’ dedim, girdik. Oradan bağla, buradan bağla, şunu yap, bunu yap, derken filmi bitirdik, bağladık ve doğru sinemaya gönderdik.”

12 Mart çökmüştür ülkenin üzerine, filmi Cannes’a kaçırdığı için Tuncel Kurtiz ülkesine dönemez. Stockolm’de Halk Oyunları topluluğunu yeniden kurar; filmlerde, TV dizilerinde rol alır. Yaptığı her iş içine sinmez ama ne de olsa “tok aktör, aç aktörden iyidir”.

1974 yılında ise Tunç Okan’ın “Otobüs” filminde oynar. Köylerinin dışına hiç çıkmamışken Stockolm’e kaçak olarak giden bir otobüs dolusu işçinin hikâyesini anlatan filmin Türkiye’de gösterimi yasaklanır.

1978’de Türkiye’ye döndüğünde “Sürü” ve “Kanal” filmlerinde oynar. Fazla kalamayacaktır. Bu kez 12 Eylül ve yine Avrupa yılları...

“Sürü” ona bambaşka kapılar açar. İsrail’de “Sürü”yü seyreden iki yönetmen Arapça oynayıp oynayamayacağını sorarlar. “Olur” der, bilmediği halde... Ve canını dişine takıp çıkarır “Kuzunun Gülümseyişi” filmindeki rolünü. Bu film ona Berlin’de Altın Ayı Ödülü’nü getirir.

 

Zar atmak...

Dünyanın en değerli tiyatro adamlarından Peter Brook ise “Sürü”yü seyrettiğinde “Bu adam oyuncu değildir, olsa olsa gerçekten köylüdür” der. Anlatırlar. Ve Tuncel Kurtiz, Brook’un “Mahabharata” oyunuyla 2.5 yıl dünyayı dolaşır.

“Büyük tecrübe” diye anlatır o dönemi; “Çok da kazanıyorum. Japonya’da hızlı trene binip Fuji’ye gidiyorum, en iyi lokantalarda yiyorum; Los Angeles’ta geziyorum, New York’ta 2500 dolara ev tutuyorum. Döndüğümde yine param yok. Berlin’de tuvaleti dışarıda bir yer kiralıyorum. Bunlara bakınca aslında güzel zar atmışa benziyorum”...

Zar atmak... Sıklıkla kullandığı bir deyim Tuncel Kurtiz’in. Kabına sığamayan, kalıplara gelemeyen, ‘olması gereken’in değil gönlünden geçenin peşinden koşan, bunun için de çok ama çok çalışan bir adamın hayatla en büyük oyunu...

Cumhuriyet’ten Esra Açıkgöz’e verdiği söyleşide “İlk 20 senesi kolaydı” der; “Şimdi zor. Ben yetenekli bir adam değilim, kabul ettim artık. Çalışarak zorla bu noktaya geldim ama bu aşmam gereken bir nokta, biliyorum. Yetmiyor çünkü Marlon Brando’yu, Humphrey Bogart’ı görüyorum, Müşfik’i, Ulvi Uraz’ı. Müşfik bir rolü hop diye çıkarırdı. Erol Günaydın bir uçtan bir uca yürüse yeter...” Kolay görünenin gitgide zorlaştığını bilmek, ancak Kurtiz kadar yaşanmışlık, birikim ve tutku gerektirir. Hem ne der kitap; “Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?”

 

Yeni bir hayat

1990’lar ona yepyeni bir hayatın kapılarını aralar. Kısa süreliğine geldiği Türkiye’den kopamayacaktır artık. Sebebi ne sinemadır ne de tiyatro... “Biri biterken öbürü başladı” dediği aşklar vardır geçmişinde. Kendi anlatımıyla “birinci derece olanlar, ikinci dereceler, birden çarpılmalar ve beş evlilik... Hep arayış, hep sıçrayışlar, hep yeni başlangıçlar, tekrar eden vedalar...”

Ve bir gün gelir, bulur aradığını:

“Menend’i görünce aklım başımdan gitti. Yıllardır aradığım aşkı, sevgiliyi, eşi bulmuştum. Gitmekten vazgeçip İstanbul’da kaldım. İyi ki âşık olmuşum, yaşıyorum çünkü, orada çoktan ölürdüm”.

Menend Kurtiz ile birlikte Edremit’e, Çamlıbel köyüne yerleşirler. Zeytinbağı Oteli, dağların ardından parlayan deniz, lavantalar, yepyeni bir hayat... Hafızası zayıf ülkenin onu televizyon dizileriyle Ramiz Dayı, Ebu Suud Efendi olarak yeniden keşfetmesiyle Çamlıbel-İstanbul arasında geçen yıllar...

Kaz Dağı’nın binlerce yıllık tarihine bakan, çepeçevre kitapla çevrili bir odada üreterek, severek, sevilerek geçen yıllar...

Ve beklenmeyen bir zamanda gelen erken bir veda.

Çevresindekilere 87, 97 olmak istediğini söyler hep. Oysa hep 77’sinde kalır. 2013’ün 27 Eylül günü asude bahar ülkesine doğru yola çıkar. “Ben ölüme inanmıyorum” der bir keresinde, “Belki bahar ülkesine açılan kapıdır, ölüm. Hepimiz bu kapıdan geçeceğiz. Şamanların yaptığı gibi ölünce mezarıma iki şişe şarap, sevdiğim filmlerimi ve bitiremediğim kitaplarımı koysunlar. O yolculukta onları bitireyim”.

Şimdi o uzun yolculukta Tuncel Kurtiz. Ancak kalanlar kutlayacak 80. yaşını, o olmadan. Hatıralarla, gözyaşlarına karışan kahkahalarla... Çünkü Oktay Rifat öğretti bize:

“Hatıralar da dal istiyor, kuşlar gibi konacak”.

Yazarın Son Yazıları

Türkiye'ye yeniden inanmak için umut Nesin gibilerle var!

Patlayan bombaların, kaybedilen canların, ambargo konan özgürlüklerin arasında bir umut varsa eğer; Ali Nesin gibiler sayesinde var.

Devamını Oku
02.07.2016
Kendine müslüman

Türkiye’nin turnusol kâğıdı

Devamını Oku
25.06.2016
Üç başbakan çıkaran okul

Üç başbakan çıkaran okul

Devamını Oku
18.06.2016
Her devrin tuhafı

Her devrin tuhafı

Devamını Oku
12.06.2016
'İyi ki evlendik'

'İyi ki evlendik'

Devamını Oku
05.06.2016
Ne sırlar ne de bıyık kurtardı

Ne sırlar ne de bıyık kurtardı

Devamını Oku
29.05.2016
Havuzun ‘bitanesi’

AKP’nin kurduğu ilk hükümetten geriye kalan tek isim Binali Yıldırım, nihayet partisinin genel başkanlığına ulaştı. Şimdi AKP’nin kurduğu 8. hükümetin başbakanı olmasına bir adım kaldı. Ne demişler, tekkeyi bekleyen çorbayı içer.

Devamını Oku
20.05.2016
Arda nereye koşuyor?

Arda nereye koşuyor?

Devamını Oku
15.05.2016
Uzaklardan bir mektup... Hepiniz paltomdan çıktınız

Uzaklardan bir mektup... Hepiniz paltomdan çıktınız

Devamını Oku
08.05.2016
Sessiz ve sabırlı ip cambazı

Kimileri saygı duysa kimileri hor görse de, Angela Mer kel’in “dünyanın en güçlü kadını” olduğu konusunda hemen herkes hemfikir.

Devamını Oku
01.05.2016
Artık 'liderlik' istiyor

Artık 'liderlik' istiyor

Devamını Oku
24.04.2016
Onlar kovulmayı hiç düşünmediler

Onlar kovulmayı hiç düşünmediler

Devamını Oku
17.04.2016
Harcında siyaset var

Harcında siyaset var

Devamını Oku
10.04.2016
'O ses Türkiye' değil artık!

'O ses Türkiye' değil artık!

Devamını Oku
03.04.2016
Emek dolu üç hayat

Emek dolu üç hayat

Devamını Oku
20.03.2016
'Saray'a bir üçlük

'Saray'a bir üçlük

Devamını Oku
13.03.2016
Ne olacak bu AKM'nin hali?

Ne olacak bu AKM'nin hali?

Devamını Oku
06.03.2016
Kitaplarla dolu bambaşka bir dünyası var

Kitaplarla dolu bambaşka bir dünyası var

Devamını Oku
28.02.2016
CHP'ye karşı CHP'li

CHP'ye karşı CHP'li

Devamını Oku
21.02.2016
Hanedandan Picasso'ya

Hanedandan Picasso'ya

Devamını Oku
14.02.2016
Her şeyin bir fiyatı mı var?

Her şeyin bir fiyatı mı var?

Devamını Oku
07.02.2016
Gürül gürül bir aktör

Gürül gürül bir aktör

Devamını Oku
31.01.2016
'Okuyan' bir gazeteci

'Okuyan' bir gazeteci

Devamını Oku
24.01.2016
Devletle özgür aklın kavgası

Devletle özgür aklın kavgası

Devamını Oku
17.01.2016
Heykeli 'yıkılacak' adam

Heykeli 'yıkılacak' adam

Devamını Oku
10.01.2016
Barışı artık kim çağıracak?

Barışı artık kim çağıracak?

Devamını Oku
27.12.2015
Aziz Nesin duymasın!

Aziz Nesin duymasın!

Devamını Oku
20.12.2015
Artçıları bir türlü bitmeyen hoca

Ordu, silahlı kuvvetler Celal Şengör’ün anahtar sözcükleri...“Ben bir bilim adamından önce bir askerim” diyecek kadar. Lise yıllarında akranları yazarlara, çizerlere hayranken o bir Hitler tutkunuydu.

Devamını Oku
13.12.2015
Tutsak iki kalem

Tutsak iki kalem

Devamını Oku
06.12.2015
Sovyet kimlikli 21. yüzyıl çarı

Sovyet kimlikli 21. yüzyıl çarı

Devamını Oku
29.11.2015
Kimse bilmiyor Devlet nerede?

Kimse bilmiyor Devlet nerede?

Devamını Oku
08.11.2015
Boşver diyemiyor

Boşver diyemiyor

Devamını Oku
01.11.2015
Devrim'den Toros'a araba sevdası

Devrim'den Toros'a araba sevdası

Devamını Oku
25.10.2015
Her şey ondan bekleniyor

Her şey ondan bekleniyor

Devamını Oku
18.10.2015
Yeni Türkiye'nin yeni sembolü

Yeni Türkiye'nin yeni sembolü

Devamını Oku
11.10.2015
Hitler'in bebeği bu badireyi atlatır mı?

Hitler'in bebeği bu badireyi atlatır mı?

Devamını Oku
04.10.2015
Dil acılaşınca akıl sürçer

Dil acılaşınca akıl sürçer

Devamını Oku
26.09.2015
Zekâ ve izan artık buralarda oturmuyor

Gezi Direnişi sosyal medya üslubu açısından da milat oldu. Erdoğan öfkelendi, AKP’liler saldırdı: Twitter, Facebook, Instagram; ortaçağda giyotinlerin kurulduğu meydanlara dönüştü. Gezi Direnişi’ne bir şekilde katılıp sosyal medyadaki linç üzerine en büyük Erdoğan sevdalısı haline dönüşenler de oldu. Gezi’de yenilen gazın hatırı 40 gün sürmüştü...

Devamını Oku
25.09.2015
'Yeni Türkiye' linç seviyor

'Yeni Türkiye' linç seviyor

Devamını Oku
24.09.2015
İmkansızı başardı

Henüz 40’ında bir bilim adamı, Doç. Dr. Mete Atatüre “imkânsız” kabul edileni başardı. Ölçülmez denilen ışık seviyesinin gürültü ölçümünü gerçekleştirdi.

Devamını Oku
13.09.2015