Ayşe Yıldırım

En büyük asker bizim Ari

15 Ekim 2015 Perşembe

“Ya komutanım çok şerefsiz insanlar var” diye girdi söze. Çok beğendiği güneş gözlüğünü çıkarıp kendisine hediye ettiğinden beri daha çok seviyordu komutanını. “Ne oldu?” dedi komutanı. “Sizin Rum olduğunuzu söylüyorlar” dedi soran gözlerle. Gülümsedi komutanı: “Yok ben Rum değilim, benim annem ve babam Rum.” Yüzünü sevinç kapladı çavuşun: “Biliyordum, demiştim ben onlara. Komutanım çok iyi bir insan. Rum olamaz” diye.
Apoyevmatini gazetesinin sahibi Mihail Vasilyadis, dost sohbetimizde Rum kimliği yüzünden yaşadığı ayrımcılıkları anlatırken sıra bu hikâyesine geldiğinde başını iki yana sallayarak “Rumları nasıl biliyorduysa artık...” diyordu.
Yönetmen Deniz Özden bir Ermeni arkadaşıyla konuşurken benzer bir hikâye dinler. Etkilenir ve bu ülkede yaşayan Hıristiyan, Musevi, Süryanilerin yani Müslüman olmayanların nasıl askerlik yaptıklarını, askerdeyken başlarına gelenleri araştırmaya başlar. Sonuçta 20 dakikalık bir belgesel çıkar ortaya: Ali değil Ari komutanım.
Yıl 2011. Ari kısa dönem askerliğini yapmaktadır. Silahını aldıktan sonra uzman çavuş ismini deftere kaydetmek için sorar: Adın ne?
- Ari komutanım.
- Ne?
- Ari.
Komutan deftere Ali yazar. “Komutanım Ali değil, Ari. R ile” diye vurgular Ari. Aldığı yanıt “Oğlum ne biçim ismin var” olur. “Komutanım ben Ermeniyim” deyince bu kez komutanın ağzından “Ermeni misin? Allah Allah bravo. Sen bile gelip burada askerlik yapıyorsun. Helal olsun” sözcükleri dökülür.
Deniz Özden’in kamerasına “Ne diyebilirsin ki, zaten Türkiye Cumhuriyeti vatandaşısın. Orada askerliğini yapacaksın. Adam onu idrak edemiyor, bunu büyük özveri gibi görüyor” diyor Ari.

Şerefsizsem burada işim ne?
Bölük komutanı üç saatlik konuşmasına Osmanlı’dan başlar. Sonunda “en şerefsiz millet”e getirir konuyu ve “Bu dünyada iki şerefsiz millet var; biri İngilizler, öbürü de Yahudilerdir” der. Komutanı dinleyen erlerden biri Musevidir. Susar. Bir alt rütbeli komutanına gider: “Komutanım benim gibi bir şerefsiz burada vatan görevini yapıyor” der.
10 dakika sonra bölük komutanının karşısındadır “şerefsiz Yahudi.” Aynı cümleyi tekrarlar asker:
“Benim gibi şerefsizin burada ne işi var komutanım?”
Komutan bocalar, “Yo yo, yanlış anladın. Öyle demek istemedim...”
Belgeselde yüzü görünmüyor bunları yaşayan Musevi gencin. Sesi duyuluyor: “2007’de Hrant Dinkin öldürülmesinden sonra belki çok daha dikkat ediyorlardı... İşinden olmaktan korkmuş olabilir.”
Onun dediği gibi belki Dink’in katledilmesinden sonra daha dikkatli davranmışlardı “kendilerinden olmayana.” Ama Hrant Dink’e hiç de dikkatli davranmamışlardı.
Devresindeki tüm arkadaşlarına yemin töreninden sonra erbaş rütbesi takmışlardı. Bir tek Dink’i ayırıp er olarak bırakmışlardı.
“İki çocuk sahibi koca bir adamdım, umursamamam gerekiyordu belki. Amma velakin fena koymuştu bu ayrımcılık. Tören sonrasında herkes ailesiyle mutluluğunu paylaşırken teneke barakanın arkasında tek başıma saatlerce ağladım.”
Belgesel Dink’in bu anısıyla bitiyor.
Çok sert bir dili yok belgeselin, daha çok düşünmeye itiyor izleyeni. Özden, dilimize yapışan “nefret söylemini” aktarmaya, bu algıyı kırmaya çalıştığını söylüyor. Milliyetçi rüzgârların arttığı bir dönemde bu tür belgesellerin daha çok önem kazandığına dikkat çekiyor. Katliamlara, nefret cinayetlerine, etnik ve kültürel kıyımlara uyandığımız bu günlerde Özden, belgeseliyle “öteki” olarak yaşamanın ne demek olduğunu bir kez daha hatırlatıyor.  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Son bir soru ve veda 13 Eylül 2018
Siyasal yangın 30 Ağustos 2018

Günün Köşe Yazıları